31 Ocak 2009 Cumartesi

All Marketing!

20 Ocak 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button




Başlığı görüpte hemen aklına "Nerede linkleri?" sorusu gelenlere kibarca hayır diyerek hayal kırıklığına uğratarak yazıma başlayayım. Aslında filmi izleyeli 1.5 hafta oluyor ama anlatamadan da duramadım. Öncelikle niye bu filmi seçtim izlemek için? İzleyeceğim filmi seçerken, haklarında yapılan iyi kötü eleştirileri okumam çünkü o yorumların bazıları basit olsa bile sizin filme bakışınızı ve en önemlisi beklentinizi değiştirebilecek ölçüde. Değişen bu beklenti ise size çoğunlukla hayalkırıklığı olarak geri dönüyor. Mesela "Mustafa" filmi vizyona girince hakkında çıkan yorumları görmemek imkansızdı, sonuçta onları okumak zorunda kaldım ve 3 ay sonra filmi bilgisayarımın başında izlediğimde koca bir yuh çektim. Ancak bu yuh, filme değil, filmi yerin dibine sokmak için her türlü şeyi yapanlaraydı. Konuyu dağıtmadan bu filmi seçerken göze aldığım kraterlerden bahsedeyim biraz. En basiti filmin kadrosuna baktım. Başrollerinde Brad Pitt'in ve Cate Blanchett'in ( Babil'de çok iyi bir çifttiler bana göre) yer almasının yanında bir de geçen senenin yardımcı oskarını almış Tilda Swinton bulunmaktaydı. Hoş, Tilda Swinton'ı film boyunca çok kısa bir süre görüyoruz. En önemli başka etkende Fight Club'tan tanıdığımız yönetmen David Fincher'in bulunmasıydı. Kadro tabiki tek başına seyirciyi sinemalara çekemeyeceği için güzel ve ilginç bir senaryonun yanında insanda merak uyandıran bir de fragman olunca bu filme gitmeyi karar verdim. Yayınlanan iki fragmanı da buraya koyuyorum daha haberi olmayanlar için.



Filmin konusunu spoiler vermeden anlatmaya çalışayım biraz. Bilinmeyen nedenlerden dolayı ihtiyar bir şekilde doğan Benjamin'in hayatının bizler gibi hem dıştan hep içten yaşlanmak yerine yaşlanmayı içte yaşayıp, dış görünüşünde ise gençleştiği ve bu farklılığın önce kendi gelişimi ardından insan ilişkileri üzerindeki ( özellikle Cate Blanchett üzerindeki) etkilerine odaklanan şahane bir film. Filmdeki bu uzun zaman periyodu aslında çok riskli bir iş, makyajı ve bilgisayar tekniklerini çok iyi kullanmaları gerekiyor ki seyirci olaya daha iyi girebilsin, karakterlerin gerçekliğine rahatlıkla inanabilsin. Bu film bu yönüyle de benden tam not aldığını söyleyebilirim




İzlemeden önce imdb 'de filmin süresine bakmamıştım, gerekte yok şahsen. Benjamin Button'ın hikayesi 166 dakika sürüyor, gözünüzü korkutmuş olabilir ama filmin masal şeklinde gitmesi, sizin merakınızı sahneler geçtikçe kat kat artırması yüzünden sizde keşke daha uzun olsaydı beklentisi oluşturabilir. Sinemaya giderken yanınızda filmler hakkında aşırı mantık arayan arkadaşlarınızla gitmeyin. Oturun koltuğunuza, Benjamin'in hayatı boyunca yaşadığı garip olaylara ve O'nun bu garibliğinin sevdikleri üzerinde etkisine odaklanın, demek istediğim filme "neden bu şöyle, neden bu böyle" kafasıyla yaklaşmayın, filmden zevk almaya bakın. Golden Globe'da Slumdog Millionaire tarafından ezilmesinin yanında (Onuda yakında izlerim sanırım) bu senenin en güzel filmlerinden birisi olduğunu söyleyebilirim. Hikayenin içine girip, size parça parça filmden birşeyler anlatmak istemedim. Ancak giden arkadaşlarım olursa mail atsınlar, rahat rahat keyifle konuşalım.





Filmdeki bazı sözlerden alıntı yapıp, yazıyı burada noktalıyorum.

****
Daisy: You're so young.
Benjamin Button: Only on the outside.
****

****
Daisy: Would you still love me if I were old and saggy?
Benjamin Button: Would you still love ME if I were young and had acne? Or if I end up wetting the bed?
****

****
Benjamin Button: I wanna remember us just as we are now.
****

****
Benjamin Button: For what it's worth: it's never too late or, in my case, too early to be whoever you want to be. There's no time limit, stop whenever you want. You can change or stay the same, there are no rules to this thing. We can make the best or the worst of it. I hope you make the best of it. And I hope you see things that startle you. I hope you feel things you never felt before. I hope you meet people with a different point of view. I hope you live a life you're proud of. If you find that you're not, I hope you have the strength to start all over again.

****
Mrs Maple: Benjamin, we're meant to lose the people we love. How else would we know how important they are to us?
****

****
Benjamin Button: It's a funny thing about coming home. Looks the same. Smells the same. Feels the same. You'll realize what's changed... is you.
****

****
Benjamin Button: Your life is defined by its opportunities... even the ones you miss.
****


An itibari ile 13 Oscar adaylığı almıştır.

19 Ocak 2009 Pazartesi

IBM Grand Slam Widget

18 Ocak 2009 Pazar

Berlin'deki Alman Teyze

Finaller geldi hoş geldi! 3 tane sınav kaldı geriye. Bulduğum boşluk ve kafamı biraz derslerden uzaklaştırma bahanesiyle önceki yazımda söz verdiğim garip insanlardan bahsedeceğim biraz.

Yeni bir uygulamaya de geçiyorum bundan sonra, yazılarımı okurken müzikte koymak istedim arka plana, bundan sonra böyledir sevgili okur!



Berlin'de kaldığımız şahane hostel da 3 ilginç insanla tanıştık. Zamana göre sırayla başlamak gerekirse şayet ilk sırada en az 55 yaşında olduğunu düşündüğüm teyze bulunmaktadır. Şu an ilk nasıl tanıştığımızı hatırlamaya çalışıyorum. Yanılmıyorsam Enver ile hostelın ilk katına interneti kullanmak için inmiştik. Enver bilgisayar başında ben ise masa başında gidebileceğimiz yerleri araştırıyorduk. Teyzeyi ilk gördüğümde orada çalıştığını düşünmüştüm aslında. Neyse konuyu dağıtmayalım. Çevrede taş çatlasa 5-6 kişiydik ve bu teyzemiz bir anda yemeğinin ne kadar lezzetli olduğundan bahseder. Bir yerden sonra rahatsız edici bir düzeye de gelmedi değil. Ardından teyzemiz yemeğini herkesle paylaşmaya kalkar, ama yok öyle bir ısrar. Bir arada kurbanına bebek muamelesi yapar gibi kendisi yedirmeye kalkar. Ben de nereden çıktıysa "Bana bulaşmaz" düşüncesi vardı. Sıra tabiki bana da geldi, istemediğimi 10 kez kibarca dile getirdikten sonra şöyle bir etrafa baktım. Sadece Enver, ben ve teyze bulunmakta, geri kalanların hepsi kaçmış olmalıydı. Enver'de bilgisayar başında olduğundan, geriye ben kalmıştım teyzenin gözünde. Hiç sormadığım halde Berlin'in ne kadar güzel bir yer olduğundan bahsetmeye başladı ve Enver'in beni kurtarmasını bekledim. ( Sağol Enver)

Sayın Okur: Bu size garip gelmemiş olabilir çünkü ses tonunu,mimiklerini ve davranışlarını yazıya dökmek çok zor.

Geceyarısı odaya giderken Enver'e yaşadığımı anlatıyordum ve odaya girdiğimde bizi güzel bir sürpriz bekliyordu. Odadaki yataklardan biri bu teyzemize aitti. Mümkün olduğunca az ses yaparak yatmaya hazırlanıyorduk. Büyük sırt çantamı dolaptan çıkartmaya başlarken bir anda teyzemiz bağırmaya başlar, çevirmek gerekirse (ki gerekir ) " Uyumak istiyorum" cümlesini bir kaç kez yineler ve geceyarısı ses yapmamızdan şikayetini bağırarak bizi durumdan açıkça haberdar eder. "İyi de Anıl, siz de ses yapmasaydınız." diyenler veya buna yakın şeyleri söyleyenler için şunu belirtmem gerekirki, ortada gürültü sınıfına sokacağımız hiç bir ses yoktur. Çantamı ne düşürdüm, ne torba/poşetle bir işim oldu ne de rap rap yürüdüm. Hiçbir şey yok kısaca :)
Ertesi gece bu sefer yanımızda Umut'ta kalacaktı. Teyzemizle yaşadığımız ikinci vakada, olaylar şöyle gelişmiştir. Enver ve Umut odanın bir köşesinde konuşup, hazırlık yaparken ben de kendi yatağımda çantamla uğraşıyordum. Teyze doğal olarak boşta bulduğu beni hedef alarak muhabbete başladı. Bu muhabbette kendisi hakkında basit bilgiler öğrenmiş oldum ve madem ondan bahsediyorum biraz anlatayım. Aslında Berlin'li olan bu Alman teyzemiz, yeni ev bulana kadar bu hostelda kalmaktadır. Ardından nerelere gittiğimizi sorup, onları basitçe cevapladım. Son olarak nereli olduğumuzu sordu. Cevap bayağı şaşırtmıştı onu. Çok net bir şekilde "Hayır, değilsiniz" dedi, kısa süreli bir şaşkınlıktan sonra "mağlesef öyle, Türküz" diyerek hafif takıldım Alman teyzemize. Ancak inanmamakta ısrar etti. Enver ile beni İtalyan'a benzetip Umut'un ise İskandinav kökenli olduğunu iddaa etti. Gülmemek için kendimi zor tutup, zaten yanı başımda duran pasaportun dış kapağını göstermeme rağmen teyzemiz hala tam olarak ikna olmuş değildi. Tam bu esnada Umut teyzeyi unutarak üstünü çıkarmaya başlamıştır. Umut'u uyarmaya vakit kalmadan teyzemiz Umut'u fark eder hemen ardından yüzünde her zaman bulunan gülümseme daha da artar ve " Striptizini izlemeyi çok isterdim ancak şu an tuvalete gitmem gerekiyor" diyerek bizi şaşkın bakışlar altında bırakarak odadan çıkar.

Ertesi sabah Umut'un ve benim alarmım sırayla çalmaya başlar. Teyzemiz tabiki dayanamayarak "Uyumak istiyorum" kelime grubunu tekrar tekrar kurmaya başlar. Ses olayının ilginç bir yanı ise bir önceki sabah saat 6-7 sularında Alman teyzemiz kettle'ını kullanmıştır. Eğer benim çantamı alışım sesse bu nedir sevgili okuyucu.

Berlin'deki son akşamımızda, teyzemizle yine ilginç bir olay yaşamış olduk. İnterrail üçlüsü olarak hostelın zemin katındayız ve tabiki teyzemiz de yanımızdadır. Bilgisayar başında planlar yapıp, konuşuyorduk. Ardından ben arkamı döndüm ve teyzenin delici bakışlarıyla karşılaştım, gülümsemesini unutmuyoruz tabiki. Şu şekilde devam etti konuşmamız,
Teyze: Siz hangi dilde konuşuyorsunuz
Ben: (yine beni buldu) hmm.. Türkçe
Teyze:(Önce bir kahkaha) Hayır değil,
Ben: Pardon?
T: Türkçe konuşmuyorsunuz siz
B: (Haydiiiii) Mağlesef Türkçe konuşuyoruz
T: Hayır, Türkçe değil, Benim eski patronum Türk'tü, o hiç böyle konuşmazdı ki bana da biraz Türkçe kelime öğretmişti ve sizinki ile alakası yok.
****Sayın okuyucu, bu noktadan sonra ne diyebilirimki***
B: .....

Bu da böyle bir anımızdı. Sonuna kadar okuyan okura teşekkür ediyorum ve bilmelerini istiyorumki bu yazı teyzemizle dalga geçmek üzerine değildir, böyle bir amacım hiçbir şekilde olmamıştır. Sadece yaşadığımız bir anıyı olabildiğince yaşandığı gibi anlatmaktır.

Bir sonraki yazı, Berlin'deki kaldığımız yerde bizim gibi ikamet etmekte olan iki garip Hollandalı kızkardeşlerle ilgili olacak.

Görüşmek üzere, Zemin Mekaniği beni bekliyor

7 Ocak 2009 Çarşamba

Interrail Günlükleri - Berlin

En sonunda boş vaktim ve Türkçe harfler içeren klavyem ile karşınızdayım pek değerli okurlarım, uzun bir yazı maratonu olacak bu benim için, o yüzden arkanıza yaslanın ve keyfini çıkarın.

İlk olarak bir özet geçmek gerekir aslında. Biz ne yaptık, nasıl yaptık bu işi diye. Avrupa'daki neredeyse tüm okullar Noel'i ve yılbaşını birleştirip öğrencilerine 2 haftadan fazla süren bir tatil fırsatı sunmakta, biz de bunu iyi düşünüp, güzel bir tur ayarlayamaya karar verdik Enver ile. Kasım ayında detaylı bir şekilde güzergahları ve kalacağımız yerleri konuştuktan sonra 22 gün de 10 kez kullanabileceğimiz Interrail biletimizi aldıktan sonra 19 Aralık tarihini beklemeye başladık sabırsızlıkla. Frankfurt'ta neler yaşadığımızdan bahsetmiştim sıra Enver ile benim en beğendiğim yere geldik. Berlin'e!

Berlin'de 3 gece 2 gün kaldık ve doğal olarak bu süre hiçbir şekilde bize yetmedi diyebilirim. Berlin'de kaldığımız hostel, gördüğümüz o kadar hostel arasında her konuda en iyisiydi. Berlin'deki ilk sabahımızda Enver'le hostel da bir yandan kahvaltı yaparken, bir yandan da "Bugün ne yapsakki?" sorusunu tartışadururken, haritadaki bir yeri sormak için Resepsiyona gittiğimde gözüme bir yazı ilişti. "Bisiklet Kiralanır" Enver'e bu konuyu açıp, onun da fikrini aldıktan sonra en başta biraz tereddüt yaşasakta bisikletlere atlayıp Berlin'i karış karış gezmeye başladık.






Tarih 21 Aralık olmalı yanılmıyorsam ve doğal olarak soğuk bir hava vardı dışarıda. Ancak şansımıza bisiklete bindiğimiz anla birlikte hava bir anda açtı ve bir daha da hiç kapamadı Berlin'de. Yanılmıyorsam 4 milyon dolaylarında bir nüfusu var Berlin'in ve böyle bir başkentte trafikte bisiklete rahatlıkla binebiliyorsanız, bu şahsen benim açımdan çok büyük bir artı. Yolun ufak bir şeridi bisiklete ayrılmış durumda, size özel levhalar ve ışıklar işinizi doğal olarak daha da kolaylaştırıyor. Yoldan geçen arabalar size korna çalmıyor tam tersine yol hakkını hep size veriyor. Gerçekten inanılmaz keyifli bir anıydı benim için.





Türkiye'nin hiç bir büyük kentinde bu kadar rahat bir ortam yok diye biliyorum. En basiti İstanbul'u ele alalım. Mesela bölümden arkadaşım Ufuk la zamanında iyi konuşmuştuk bu konuyu. Ancak ikimiz de bu durumun değişeceğini düşünmüyoruz. İzmir'den arkadaşlarıma gelecek olursak eğer, şöyle bir şey diyebilirler, "Al bisikletini sür kordon boyunca". Benim demek istediğim o değil. Şehrin her yeri olmasa bile (fiziki şartlardan) trafiğin içinde huzurla gidebilmek.
Bir bakıma gelişmişliğin sembolü demek bu işe pek yanlış olmaz. Berlin'de ve diğer gittiğimiz Alman şehirlerinin hepsinde mutlak bir düzen var. Her şey kuralına göre işliyor. Mutlu olmamak için bir sebebiniz olmuyor.

Güzel ve etkili yapılar, manzaralar gördükçe durup resimlerimizi çektiriyoruz. İnanılmaz keyifli geçen günün sonunda, Interrail grubumuzun 3. elemanı da geliyor aramıza. Çok etnografik bir arkadaştır kendileri (nedeni için çok beklemeniz gerekecek)


Berlin'deki 2. günümüze geldiğimizde, bisikletleri bırakarak yolumuza yayan olarak devam ettik ve yaklaşık 3.5 saat süren bir tura katıldık tamamen bedava olan. Avrupa'nın büyük şehirlerini mesken seçmiş bir turizm şirketi bedava turlar düzenliyor, biz de durmadık ve katıldık. Yaklaşık 30 kişilik gruplara bölünüp, tur rehberi eşliğinde Berlin'i dolaşmaya başladık. Bu turu size kesinlikle tavsiye ederim, bedava olduğu için değil, öğretici olduğu kadar eğlenceli olduğu için. İlk durağımız orijinal adıyla "Pariser Platz" tı. Brandenburg kapısının hemen dibinde yer olan bu meydanda, çevredeki binaların kısa bir tarihini aldıktan sonra Brandenburg kapısına geliyoruz Berlin ana sembollerinden biri olan bu kapının altından geçiyoruz. Burada beklerken sakın ayağınızı duvara koymayın, niye koyuyorsunuzki falan da demeyin. Ben koymadım zaten :) . Ancak sert bir şekilde Alman güvenlik görevlileri tarafından uyarılıyorsunuz. Kapının tepesinde bulunan quadriga (dört atın çektiği iki kişilik araba) zamanında Prusya'yı işgal eden Napolyon tarafından çalınmış fakat aynı şekilde de geri alınmış.
Almanya'da çoğu büyük şehrin II. Dünya Savaşı'nda inanılmaz ölçüde zarar gördüğü gerçeğiyle beraber bu kapıda, restarasyonlar sayesinde bugünlere gelebilmiştir.


Tabiki bu turda sadece eski tarihin yanında, popüler kültür de incelenmekte. Mesela aşağıda gördüğünüz resmi hatırladınız mı bir yerlerden? Hayır mı?Yazının sonunu bekleyin yada direk aşağıya inin siz bilirsiniz.


Sonraki durağımız Reicstag'tı. Alman imparatorluğunun ilk parlementosu olan bu binayı, akşam turdan sonra bir daha tekrar gezdik.

Ardından yeni diğebileceğimiz bir tarihte yapılmış (2005) Naziler tarafından Avrupa'da öldürülmüş Yahudilere ait bir anıta uğradık. Gördüğünüz gibi anıtın içinde yürüyebiliyor, derinlere gittikçe, yalnızlık ve karanlık daha da artıyor. Hafızam yanıltmıyorsa, grafitiye karşı özel bir maddeyle kaplanmasına rağmen bu yapıya daha ilk yanında Neo-Naziler tarafından 5-6 kez gamalı haç çizilmiş.

Ardından Hitler'in Sığınağı adıyla anılan yere gidiyoruz, tabiki bu yer, yerin altında. Hitler'in ve Eva Braun'un kendilerini öldürdüğü yer olarak da nitelendirebileceğimiz bu yerin üstü şu anda bir park yeri. Bu sığınağı o kadar sağlam yapmışlarki iki kez dinamitlerle patlatmayı deneseler bile fazla etkili olmamış, bir bölümü bir şekilde yıkılmış, kalan yerleri ise boşaltılıp içi doldurulmuştur.

ve tabiki Berlin'de görülmesi gerekenler listesinin en tepesinde bulunan yere geliyoruz. Berlin Duvarı. Doğu ve Batı'yı ayıran ve 1961-1989'a kadar işlevini sürdüren bu duvarı geçmeye başaran yaklaşık 5000 kişi olmasına rağmen ölü kişi sayısı ise 200 dolaylarındadır. Duvarın yıkılışı ile ilgili kısa bir hikayeden bahsetmek gerekirse eğer, (tur rehberi sağolsun)
9 Kasım 1989'da Doğu Alman Hükümeti , artan baskılara dayanamayarak sınırı kaldırma kararı alırlar ve o gün yapılacak olan basın toplantısında Günter Schabowski (wiki sağolsun) konuşmaya başlarken eline bu yeni kararlar tutuşturulur. Ancak pek zeki Günter'imiz bu kararları okumaz bile. Basın, merak içinde önemli kararlar beklerken, Günter'in elle tutulur hiç bir şey söylememesine şaşırır ve toplantının sonuna doğru, bir basın mensubu, Günter'e sınırlarla ilgili yeni bir karar olup olmadığını sorar. Günter lafı geçiştirmek istesede, böyle gitmeyeceğini fark eder ve elinde buruşturduğu kağıdı açar. "Sınırlar açılacaktır" der, basın mensupları ile birlikte dünya da şaşkınlıkla bu kararı dinler. Basın toplantısının sonuna (reyting kaygısından olduğunu sanmasakta) böyle tarihi bir açıklama yapması doğal olarak çok gariptir. Şaşıran gazeteci tekrar sorar, " Peki sınırlar ne zaman açılacak?", Günter'in eline geçen kağıtta belirli bir tarih yoktur. "Hmm, şey, hemen!", Gazeteci şaşkınlığı daha da artarak bir daha sorar "Şimdi mi?", "Evet,şimdi" yanıtını alır, bu haberi alan Doğu Almanlar sınırlara saldırır. Ancak sorun şudur, hükümetten kimsenin bu yeni gelişmeden haberi yoktur çünkü aslında kapı ertesi gün açılacaktı. Sınır kapısında yüzbinler toplanır ancak sınırda bekleyen askerlerin, bu konuda hakkında hiç bir haberleri olmadığı için daha geçiş sağlanamaz. Sonunda böyle bir baskıya dayanamayan asker, sınırı bir daha kapanmayacak şekilde açar. O günden itibaren bir süre boyunca Batı Berlin'deki çoğu barda Doğu Berlin'den gelenlere içkiler bedavaymış.


Duvar boyunca ilerleyip, soğuk savaşın simgelerinden biri olan Checkpoint Charlie'ye (Kontrol Noktası) geliyoruz. Doğu Alman birinin arabasına atlayıp bariyeri kırmasıyla, çok sert bir bariyer yapılır ancak bu sefer yine aynı taktiği kullanan bir başka Doğu-Alman çarpacağı sırada yana eğilerek camı ve arabanın üst kısmını alan bariyerden kurtulur. Bunun üzerine bu bariyer bunu engellemek üzere tekrar yapılır.




Bir başka akılda yer eden yerlerden biri de 1933 yılında büyük kitap yıkma olayı adına yapılmış bir yerdi. Dediğim tarihte Nazi öğrenciler tarafından "Alman ruhuna" aykırı bulunan tüm kitaplar üniversitenin önüne getirilir ve 25.000 (yazıyla yirmi beş bin) aykırı (!) kitap yakılır, şimdi ise bu yakılan yerin hemen altına ilginç bir oda yapılır, bu odanın hiç bir kapısı yok, 4 duvar kitap raflarıyla kaplanmış durumda ancak tek bir sorun var, hiç bir kitap yok!

Bir sonraki durağımız orijinal adı "Neue Wache" olan yer aslında şu an askerlere hizmet etmek yerine "Dünya Savaşı Şehitleri Anıtı" 'na ev sahipliği yapmaktadır. Girişinde okuyabileceğiniz metinler arasında Türkçe de bulunmaktadır. İnternet'ten buldum.
"neue wache savas ve baski rejiminin kurbanlarini anma yeridir.
savas yuzunden aci cekmis olan halklari aniyoruz.
bu halklarin takibata ugrayan ve yasamlarini yitiren yurttaslarini aniyoruz.
dunya savaslarinda olenleri aniyoruz.
savas ve sonuclari yuzunden anayurtlarinda,tutsaklik ve surgun sirasinda olen sucsuzlari aniyoruz.
katledilen milyonlarca yahudiyi aniyoruz.
katledilen sinti ve romları aniyoruz.
kokenleri,escinsellikleri ya da hasta ve gucsuz oluslari yuzunden oldurulmus olanlarin tumunu aniyoruz.
yasama hakki reddedilip katledilenlerin tumunu aniyoruz.
dini ve siyasi inanclari yuzunden olume gonderilen insanlari aniyoruz.
baski rejiminin kurbani olan ve sucsuz yere olume giden herkesi aniyoruz.
baski rejimine direnirken canlarini veren kisileri aniyoruz.
vicdanlarina aykiri davranmaktansa olumu yegleyenleri saygiyla aniyoruz.
1945 sonrasinda totaliter diktatorluge direndikleri icin kovusturulan ve oldurulen kadin ve erkekleri aniyoruz."

Turumuzu Müze Adası'nda tamamlıyoruz, anlaşıldığı üzere burası adını üzerindeki bir sürü müzeden almaktadır, pek şaşırtıcı değil sanırım. Tur rehberi, buradaki müzeleri anlatırken turun başından beri beklediğim müzeye sıra geldi. Tur rehberinin ağzıdan dinleyelim bu bölümü,
-Pergamon Müzesi, Türkler'den çalınan tarihi eserlerin sergilendiği yerdir, mutlaka görülmesi gerekir.


Sanırım yeterli, böyle bir açıklama. Turun ardından buraya da tabiki gidiyoruz. İlginç bir şey varki, müzeye ilk girdiğinizde, Almanlara hafif sayıyorsunuz ancak zaman geçtikçe müzeyi çok güzek organize ettiklerini görünce," Türkiye'de olsa nasıl olurdu" sorusu akıllara takılıyor.Türkiye topraklarından çalınan etkileyici Zeus Sunağı'nın yanında, Milet pazar yeri kapısı (Almanların parça parça bölüp, öyle aşırmışlar), Babilden kalma mozaikler ve İslam Eserleri var. İslam Eserleri demişken garip bir açıklama göze çarpıyor bu bölümdeki bir eserde, 4-5 metre yüksekliğinde, çok güzel işlenmiş bir sur var bu bölümde güya (Almanlara göre), Osmanlı Padişahı Almanlara hediye etmiş. Bizde yedik.





Nadir bir şey burada karşımıza çıkıyor, bedava elektronik sesli rehber!( Hem de Türkçe), Yekta Bey'in sesiyle, müzeyi dolaşıyorsunuz, duysanız öyle kibarki.Misal,

Yekta : Şimdi solunuzda gördüğünüz heykel Antik Yunan Tanrıçalarından Athena'yı temsil ediyor, omzundaki baykuşu fark ettiniz mi? Savaş ve bilgeliğin sembolü Athena'nın simgesi. Bu odadaki turumuzu tamamlamış oluyorsunuz ancak sizin bu odaya doymadınızı düşünerek size biraz zaman veriyorum. Sizi bir sonraki odada bekliyor olacağım, İslam Eserleri Bölümüne geldiğinizde aletin yeşil tuşuna basmayı unutmayınız.






Pergamon Müzesinin ardından, akşam saat 6 olmuş , Enver'in eldivenin Pergamon Müzesinin önünde atıştırma yaptığımız yerde unuttuğunun farkına varmamışız ve başka bir yere yola çıkmışız. Alman Parlemontasına tekrar gidiyoruz. Dikkatlice aranarak binanın en üst kısmına çıkıyoruz, Tepede çok güzel bir Berlin manzarası var ancak gündüz gözüyle görmek istiyorsanız, sabah erken saatlerde gelin yoksa çok güzel sıra beklersiniz bu soğukta.






Şimdi Hatırladınız mı?


Bir sonraki durak Hamburg ancak ondan önce Berlin'de tanıştığımız 3 ilginç insandan bahsedeceğim bir sonraki yazımda.