19 Ekim 2009 Pazartesi

Teşekkürler


Blogu büyük olasılıkla burada noktalarken teşekkür etmem gereken kişilerden (unuttuğum birileri olursa affola!) bahsetmek istiyorum. Doğal olarak sırasız bir liste olacak


  • Erasmus süresince her zaman olduğu gibi arkamda durup beni destekleyen aileme,

  • Erasmus hayalleri kurmaya başladığımdan beri sayısız sorularımla rahatsız ettiğim ama büyük bir sabırla beni dinleyip cevaplamaya çalışan Mustafa Koçak'a,

  • Uzaklarda olmama rağmen beni unutmayıp bağı sıkı sıkıya tutan arkadaşlarıma,

  • Beni ne olursa olsun destekleyen, bana katlanıp, en depresif anlarımda ya da anlarında yanımda olan Mustafa Büçkün'e,

  • Beni mektuplarıyla ve arada gönderdiği Uykusuz'lar ve Penguen'ler ile yüzümü güldüren dünyanın en alçakgönüllü insanı olan Erman Erol'a,

  • Erasmus hayatım boyunca tanıştığım ve kaynaştığım tüm arkadaşlarıma,

  • Kendine has felsefesi olup beni sürekli dinleyen Matina'ya,

  • AB Ofisi'nde başta Sayın Burcu Turan olmak üzere tüm çalışanlara sabırla benim gibi öğrencilere yardım ettikleri için

  • Başka diyarlarda Erasmus'u yaşayıp bloglaştıran Enver ve Uğur'a,

  • Bu blogdan haberdar olup bana sorularını soran nice hayalperestlere,

Yürekten teşekkür ederim.





Son Hafta







Madem sona yaklaştık, size son haftamın nasıl geçtiğinden bahsedeyim.


Son haftaya girilirken herkesin her zaman olduğu gibi keyfi yerindeydi ama gene de insanlardaki gerginlik hissediliyordu. Aylarca birlikte vakit geçirdiğiniz kişilerin çok büyük bir bölümünü bir daha göremeyeceğiniz gerçeğine kendinizi alıştırmaya çalıştırırsınız. Canınız sıkılır her bavul hazırlamaya başladığınız zaman. En sevdiklerinizle muhabbetleriniz zorlaşır. Bu durumu biraz tersine çevirmek için yurtta son bir parti düzenlemeye karar verdik oda arkadaşımla ve gerçekten düşündüğümüzün üstünde bir katılımla bu işin altından başarıyla kalktık.





Arkadaşlıklar için, nice kahkalar için, yaşanılan sayısız ve paha biçilemeyen anılar için birer birer kalktı kadehler. Ertesi sabah bizi bir enkaz beklese de, doğal olarak bu pek umrumuzda bile değildi. Vedalar kötüdür ve vedalaştığınız kişi sayısı arttıkça kısa bir sürede artık dayanamazsınız, eşik noktasını çoktan geçtiğinizi fark etmezseniz ve bir yerden sonra bırakırsınız kendinizi.


Yunanlılardan oluşan arkadaş grubumla sırf eğlencesine söylediğimiz şarkıları artık bir üst noktaya yine eğlence amacıyla taşımak istedik ve tarihi Charles Köprüsü üzerinde ve (yağmur yüzünden) altında şarkılarımızı söyledik. 3 saatte topladığımız abzürt miktarda parayı, son bir içki için kullandıktan sonra geri kalan büyük bir miktarı evsizlere bıraktık. Son vedalaşmalar...






Son hafta ailem de geldi Prag'a. Onlarla birlikte sayısız kez geçtiğim sokakları tekrar arşınladım. Fazla çaktırmamaya çalışsam da onlar durumun farkındaydı. Uykusuz geçen 3 gecenin ardından Çek Havayollarına ait uçakla önce İstanbul'a oradan da İzmir'e geçiş yaparak aylar süren Erasmus maceramı tamamlamış oldum. Ailem yattıktan sonra televizyonu açtım, Erdoğan Baykal'la atışıyordu, Youtube hala açılmıyordu bir ara DNS ayarı yapmak şarttı, ileride davul zurna sesleriyle süslenmiş bir düğün kulaklarımı tırmalıyordu. Evet, dönmüştüm ülkeme.

Bir başka diyar, bir başka Interrail

Bir bloga 4-5 ay ara vermek pek güzel bir durum değil açıkçası. Prag'taki 2. dönemimimde blogu biraz da olsa savsakladığım zaten aylara göre kayıt sayısıyla ortaya çıkıyor. Son yazıyı yazmadan önce başımdan geçen 1-2 önemli olayı anlatmak istiyorum.


Başlıktan da anlaşıldığı gibi Erasmus hayatımdaki 2. Interrail'i Nisan sonu Mayıs başı arasında yapma şansım oldu. İkinci dönem aldığım Betonarme-1 dersinin Pazartesi ve Cuma günleri olması daha da önemlisi devamsızlık hakkının 2 günle sınırlanmış olması beni 2. dönem gezmekten biraz alıkoymuştu. Ancak ilk bulunan tatil şansıyla İtalya için interrail yolu açılmıştı. Bir sıkıntı vardı yalnız, gidecek biri ya da birilerini bulamamak. Diğer ülkelerden gelmiş çoğu öğrenci İtalya'da gideceğim şehirlerde ya bulunmuş ya da bu gezinin süresini (9 gün) uzun bulmuşlardı. Ama şu an en yakın arkadaşlarımdan biri olan Matina'nın bu geziye katılmayı kabul etmesiyle hostel,tren ve gidecek yer araştırmalarına başlamış olduk. Zamandan ve paradan tasarruf etmek için ilk durağımız olan Venedik'e uçakla gitmeye karar verdik. Şu an rahmetli olmuş Skyeurope sayesinde şaka gibi bir ücretle Venedik'e uçtuk, daha doğrusu Venedik yakınlarına uçtuk. Boşuna ucuz değil o biletler. Bir şekilde Venedik'e varıp, hostel'a eşyaları yerleştirdikten sonra bu büyüleyici şehirdeki yürüyüşümüze başladık. Denizle iç içe olan bu şehirde sürekli ufak köprüler üzerinden geçerek ve çoğu zaman da kaybolarak 2 günde şehrin görülmedik yerini bırakmadık.





  • Siz siz olun, bizim gibi 2-3 günlüğüne kalacaksanız (yanılmıyorsam) 36 saatlik ulaşım biletlerini almanız. Biraz tuzlu bir fiyatı olabilir ama kesinlikle ihtiyacınız var.

  • Şehir eskiden bir liman kenti olup ticaret merkezi olabilir ama şu anda turistik bir yerden ileri gidemedi gözümde. Bir süpermarket bulmak bu kadar zor olmamalı. Su bulacağız diye girmediğimiz çıkmaz.

  • Düzgün bir market bulamadık diye şehri gözümde bitirdiğimi sanmayın sakın, kesinlikle şahane bir şehir, her binanın tarihi dokusunun korunmaya çalışıldığını görmek bizim açımızdan acı verici de olsa.

  • 2-3 parmak kalınlığındaki pizzaları yiyemedik, onda çok pis gözüm kaldı dürüst konuşmak gerekirse.
Gezi yazılarını uzatmayarak fotoğraf linkini sizlerle paylaşıyorum. (Tıklayınız)




Venedik'te bir güneşli bir yağmurlu iki günü geride bıraktıktan sonra Roma'ya doğru yola çıktık. Kelimenin tam anlamıyla her yerden tarih fışkıran bu şehir benim açımdan rüya gibiydi. 3-4 günde buranın da görülmesi gereken neredeyse her yerini bitirdik. Özellikle Melekler ve Şeytanlar kitabını okuyanlar için kitaptaki yerleri gerçek hayatta görmek güzel bir zevk olsa gerek. Vatikan'a girişimiz biraz zorlu oldu. Sağanak yağmur altında o koca meydanın tamamını çevreleyen bir sırada bekledik ama sonuçta karşılaştığımız manzara buna değerdi.
  • Burada özel bir teşekkür Matina'ya gidiyor. Kilise ve bazı müzelerdeki (özellikle Vatikan'da) duvarlar ya da tarihi eserler üzerinde yazılı olan eski Yunanca yazıtları çevirmesi benim için büyük bir şanstı. Yanımda neredeyse her sorumu cevaplayacak bir tur rehberi vardı anlayacağınız.



Roma'da geçirdiğimiz dopdolu 4 günün sonucunda söylediğimiz tek şey "Keşke bir kaç gün daha kalsak" oldu. Tarihin her sokakta başka bir örneğinin gözlemlenmesinin yanı sıra, onların iyi bir şekilde korunduğunu görmekse sevindiriciydi.



Roma için Fotoğraf Linki (Tıklayınız)

Roma'dan sonraki istikametimiz Floransa idi. Aslında ilk ayak basıp hostela yerleştiğimiz şehir Floransa olsa da hemen interrail biletimizin geçerli olmasını gerekçe göstererek 45-60 dk mesafedeki Pisa'ya gittik. Tren garından yürümeye başlayıp, bu ufak kentin diğer ucundaki Pisa kulesine ulaştık. Yemyeşil bir zemin üzerinde yer alan Pisa Kulesi ve ekürilerinin altında uzanarak bu güzel havanın tadını yaşadık. Tahmin ettiğiniz gibi etraf Pisa Kulesi'yle 'Orijinal' fotoğraf çektirmeye çalışan insanlarla doluydu. Dürüst konuşmak gerekirse bu kervana biz de katıldık, utanıyoruz ve evet, suçluyuz!






Pisa'da kısa bir süre kaldıktan sonra sevgili halamın gözünde tüten Floransa'ya geri döndük.


Pisa resimleri için Tıklayınız











  • Nehrin iki yakasına kurulmuş bu sessiz sanat kenti, kesinlikle görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Bizim tek sıkıntımız ise 2. günümüz 1 Mayıs tarihine denk geldiğinden Uffuzi Müzesini giremedik. Ancak şöyle bir ilginç bir olay dikkatimi çekti. Türkiye'de görmeye alıştığımız 1 Mayıs manzaralarından eser yoktu burada. Bahsettiğim şey polis çatışması değil, en basiti herhangi bir yürüyüştü. Hayır, hiç bir şekilde karşımıza çıkmadı.



  • Sanatla yakından ilgili olan arkadaşlarım ve okuyucularım için kesinlikle gidip görülmesi gereken bir yer.




Kişisel olarak o karakteri ve orijinalliği olan yapıları mesleğim gereği çok severim, o köprü yok mu Floransa'da. Ah, ah...

Floransa'dan sonra son durağımız Milano idi.
Floransa resimleri için Tıklayınız








  • Burada diğer blogun sahibi eski lise arkadaşım Enver'i bulmuş olduk, sağolsun zaman ayırıp bizimle ilgilendi. Heleki götürdüğü bir dondurmacı vardı ki, o fiyata o büyüklükte ve lezzette dondurma zor bulunur. İşin en ilginç yanı Enver'le birlikte fotoğraf çekilememizdi.

  • Milano kenti moda ve alışveriş üzerinden gelişen zengin bir şehir.






  • Ancak bir katedrali var ki, yanılmıyorsam dünyanın en büyük gotik katedrali olması lazım. Bu devasa yapının mimarisini incelemek bile çok zaman alıyor.










  • Milano'daki en ilginç anılarımdan biri de San Siro'yu tavaf ederken başıma geldi. Bu futbol mabedinin çevresinde gezerken 4-5 tır dikkatimizi çekti, herhalde orijinal AC Milan ve Inter Milan formaları satıyorlardır diye düşündük ama bildiğin sahte forma vb ürünleri rahat rahat satıyorlardı. Ancak ev sahibi ekiplerden Inter'in Zanetti formasının yanında ezeli rakiplerden Juventus'tan Del Piero formasını da alarak büyük bir zafere imza attım. Daha ufak çocukken oynadığım futbol oyunlarındaki Ravanelli-Del Piero ikilisinden geriye kalan bir efsanenin sahte de olsa bir formasına kavuşmak güzel bir anıydı. İlginç bir ayrıntı ise bu korsan formalarının M'dan XL olan tüm formaları sanki aynıydı.



Milano resimleri için Tıklayınız






Milan'ı da bitirdikten sonra yine Skyeurope yardımıyla Prag'a geri dönmeye başladık.

Genel anlamda bu İtalya gezisiyle ilgili tavsiyelerim ve gördüklerim şu şekilde olacak
1- Mutlaka bir gezi kitabı elinizde bulundurun, faydasını çok göreceksiniz.


2- Her şehrin farklı bir tarihi dokusu ve mimarisi var, bazı Batı Avrupa şehirlerinin aksine her şehrin kendi kimliği ve görülecek orijinal bir yanı var. O yüzden bu gezi biterken içimizde bir burukluk vardı.


3-Şansıma gittiğim tüm şehirleri hem yağmuruyla hem güneşiyle gördüm, umarım siz de benim gibi şanslı olursunuz bu hava durumu açısından çünkü bir yeri farklı hallerde görmek en güzeli

21 Mayıs 2009 Perşembe

ISC Championship

Yazılarımın sayısı azalmaya başladı, tek mantıklı bir açıklaması var aslında bu durumun, üşengeçlik. Sürekli ertelemeler ve temeli sağlam olmayan bahaneler de cabası. Projelerin teslim tarihleri gözümde büyümeye başlamışken kafayı biraz olsun boşaltmak için blogumun başına geçtim ve yazmaya başladım.



Geçtiğimiz pazar günü, bahar döneminin spor karşılaşmaları, orijinal adıyla ISC Championship yapıldı. Bende de nasıl bir kendine güven varmış ki hem basketbola hem de plaj voleyboluna katıldım hatta zaman yetseydi voleybola da katılacaktım, nasıl olacaktı bilmiyorum ama yapacaktım. Benim gibi bu garipliği denemek isteyen 2 İspanyol arkadaşım vardı ancak sakatlık yüzünden çekilmek zorunda kaldılar.



İlk önce basketbol turnuvasından bahsedeyim, 4 takımla lig usülü şeklinde düzenlenen bu turnuvaya 5 İspanyolla oluşturduğumuz takımımız damgasını vurdu. Turnuvaya kayıt esnasında ne ad koyacağımızı bilmiyorduk kendimize, arkadaşım Enric'in Dream Team'in Türkçe'si nedir diye bana sormasında yola çıkarak "Rüya Takım" ismini kullanmaya karar verdik. Her ne kadar burada biraz alçakgönüllü olmak gerekse de, Erasmus ahalisinden çıkabilecek en iyi takım bizdik ancak bu turnuvada Erasmus programı dışında bulunan bir Amerikan takımı vardı. Amerikan takımı disiplinli ve kaliteli oynasada her zaman yaptıkları hatayı tekrar yapma gafletinde bulundular, rakibi küçümsemek. 11-0 lık seriyle başlayıp, farkı son ana kadar koruyarak ilk maçımızdan alnımızın akıyla çıkmış bulunduk. Kalan 2 maçı da rahatlıkla alıp kupaya uzandık.


Avrupa'da Fenerbahçe'den daha fazla kupa kazandım (1), mutluyum gururluyum.


Yunan arkadaşımla oluşturduğum "Aegean" takımı, benim tüm yorgunluğuma rağmen yarı finale kadar çıkmanın haklı gururunu yaşadı. Özellikle çeyrek final müsabakası şimdiye kadar yaptığım en güzel maçlardan biriydi. İlk seti kaybetmemize rağmen ikinci sette 4 maç puanı şansını çevirip geri dönmemiz ve son sette olaya noktayı koymamız bizim için müthiş bir başarıydı. Yarı finalde ise sonradan turnuvanın şampiyonu olacak Çek çifte elendik ve 3. lüğe ulaştık.






Mükemmele yakın bir organizasyonun sonunda inanılmaz yorgun fakat bir o derece de mutlu olarak güzel bir pazar gününü geçirmiş bulunduk Erasmus ailesi olarak.

http://erasmusinprague.blogspot.com/

5 Mayıs 2009 Salı

Baki Neler Yaptı?


Baki 21 yaşında (yardım için Uğur'a teşekkürler)
Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği öğrencisi
Okulu 3 yılda bitirmek istedi, neredeyse başardı da
Farklı bir şey denemek istedi
4. senesini Erasmus programıyla İspanya'da geçirmeye hak kazandı.

Peki Baki sonuçların açıklanmasıyla birlikte neler yaptı?

* YTÜ AB Ofisinin web sitesinde sonuçları gördü, zevkten dört köşe oldu. Sonra kafasına bir soru takıldı. "Eee, ne yapacağım ben şimdi?" dedi. Msn'den ya da Facebook'tan beni soru bombardımanına tutmaya başladı. Sürekli online olamama problemim yüzünden biraz geç cevapladım.

* AB ofisinin sayfasında "Giden Öğrenci Rehberi" linkine tıkladı oradan "Gidilecek Üniversiteler Belli Olduktan Sonra Yapılacaklar" sayfasına geçiş yaptı. Hangi belgeleri hazırlaması gerektiğini gördü, hafif ürkmedi de değil.

* Yapılması şart olan ilk işlerden biri de karşı okulun web sitesini gözden geçirmektir fakat Baki bu konuda bir sorun yaşadı, site ingilizce değildi. Baki bu konuda yardımı ise ortak İspanyol arkadaşımız Mar'dan aldı yani öyle umuyorum, Baki'nin yalancısıyım.

* Kendisine hibe çıkıp çıkmadığı daha belli olmamasına rağmen sıralamasına güvenen Baki, karşı okul tarafından imzalanması gereken belgeleri bir an önce göndermeye karar verdi. Son başvuru tarihini kaçırmaması gerekiyordu. YTÜ'nün ve karşı okulun Application Form'unu, Learning Agreement'ı, gerekiyorsa İngilizce transkriptini (istiyorlarsa) gönderdi. Burada bir parantez açılması gerekir, bazı okullar bu belgelerin yanında, yurt başvuru formu ve benzeri formlar isteyebilir. Sitelerini dikkatlice gözden geçiriniz.

* Baki son başvuru tarihine çok yaklaştığı için belgelerini kargoyla yollamayı tercih etti ancak belgeleriniz çok daha önceden hazırsa posta ile gönderebilirsiniz.

* Baki şimdi merakın yanında hafif de bir endişeyle imzalanıp geri gelecek belgeleri ile birlikte hibe sonuçlarını bekliyor.

* Karşı okul size vize işlemleriniz için gerekli olan belgeleri, ilk gönderdiğiniz belgelerle birlikte yollayacak. İçinizin daha bir rahat olması için e-mail atılabilir.

26 Mart 2009 Perşembe

Hava Durumu

Soğuk bir yerde bulunduğumun farkındayım ancak bazen havanın dengesizliği sinir bozucu olabiliyor. Kar veya yağmurla hiçbir sorunum yok, severim kerataları, iyi gelir ruha. Dengesizliği şu son bir haftadaki hava durumuyla anlatmaya çalışayım.



Sabah kalkıyorsunuz, az bulutlu, güneş çıktı çıkacak, "En sonunda" diyorsunuz. Çayınızı ve kahvaltınızı hazırlıyorsunuz, bilgisayar başında son haberleri okumaya devam ederken gözünüz gökyüzüne takılıyor arada sırada, hava yine kapıyor. Okula gitmek için hazırlanıp, yurttan çıkıyorsunuz fakat gökyüzü size tüm meyvelerini aynı günde vermek istiyor, yüzünüze çarpan karları önemsemeyip otobüs durağına kadar yürüyorsunuz. Hafif kar yağışı, tipiye dönmeye başlıyor, takvim yaprakları Mart'ın ortalarını göstermesine rağmen. Kısa bir süre içinde etraf beyaz bir örtüyle kaplanıyor. Dersler bitip aynı şekilde yurda dönerken bu sefer yağmur olaya el atıyor. Doğal olarak etraf erimekte olan kar ile doluyor. Çamura, kara bata çıka yurda ulaşıyorsunuz. Kaloriferin yanına yerleşip, halinize şükredip bilgisayar ekranında sevdiğiniz diziyi izlerken bir anda güneş, perdenin aralıklarından sıyrılarak ekrana yansıyor. Prag'a tekrar hoşgeldiniz.



Not: Fotoğraf İstanbul'da yurtta kalırken çekilmiş olmakla beraber, Fotoğraf karesindeki ben ve Yasin Erasmus tecrübesini yaşamış durumdayız, Meltem'e ise seneye gideceği Bilbao'da iyi vakit geçirmesini diliyorum.

17 Mart 2009 Salı

Interrail Günlükleri - Brussels - Brugge - Lille - Paris - Nancy - Luxembourg - Köln

Sona geliyoruz yavaş yavaş...

Brussels:

*"Hava daha ne kadar soğuk olabilir?" sorusu ilk aklıma gelen şeydi, Brüksel'e vardığımda.

* Brüksel'de önceden garip bir şekilde bulunmuştum. 1989 yılında annem ve karnında ben Nato görevi yüzünden (yanılıyor olabilirim nedeni açısından) bulunmuştuk Brüksel'de. İnanılmaz bir şey mi, tabii ki değil, size ne kazandırdı bu bilgi, hiçbir şey ancak hayattaki ilginç güzel detaylar bunlar. Anneme "Brüksel'de nerelere gideyim mutlaka?" diye sorduğumda, trene binip Brugge'e gitmemi söylemişti. Brugge konusunda çok haklıydı (anneler hep haklıdır, neyi tartışıyorsun?) ancak Brüksel'de de görülecek bir sürü yer vardı.

* Belçika'daki bölünme sorunu çok ciddi seviyede diyebiliriz. İki dil var, Flamanca ve Fransızca.

*Umut'un Belçikalı bir arkadaşı bizi akşam saatlerinde karşıladı, sağolsun. Harita sıkıntısı çekmiştik akşam akşam. Bir Brüksel klasiği (turist tuzağı) olan işeyen çocuk heykeline gece saatlerinde vardık. Cidden turist tuzağı. Küçücük ve anlamsız bir heykel (bence). Resmini çektik mi, çektik, dalgasını geçtik mi, durur muyuz? 2010'a baktık mı, baktık.(Bu bölüm açıklama istiyor)



*Bütün sayılarını okuduğum Tenten'in memleketi burası. Bir tane Tenten mağazası buldum, resimleriyle,eski orijinal sayılarıyla ve Tenten'deki belli başlı tüm karakterlerin biblolarıyla benim için cennet gibi bir yer. Girişte zeminin üstünde ilk okuduğum Tenten olan Mavi Lotus'tan bir ejderha motifi mevcut. Burada garibime giden tek bir şey oldu. Bay giyim ürünleri Tenten üzerine iken, Bayan giyim ürünleri sadece Tenten'in en yakın dostu olan köpeği Milou (ing. Snowy) üzerindeydi. Çalışan hanıma soruyorum neden sadece Milou, mantıklı bir cevap yok. Kız kardeşime de Tenten sevgisini aşılamak sanırım başka bahara kaldı.


*Avrupa Birliği'nin başkenti çoğunuzun bildiği gibi Brüksel, hükümet bir çaba göstermediği bari biz üçümüz şansımızı deneyelim dedik, içeri girmek için. Sonuç hüsran. Bu durum Enver'i çok sinirlendirdi,"Abi yapma etme, onlar kaybeder" dedik, ancak zapt edemedik. Enver de protestosunu Avrupa Birliği binasının bahçesinde çoraplarını değiştirerek gösterdi.




* Brüksel'de son saatlerimi geçirirken, annemden yeni bir bilgi geliyor Eski Hükümet Binası ile ilgili. İnanması güç geldi bana. Bu bina yapılırken nasıl bir dalgınlık olduysa bina beklenenden daha uzun yapılmış bu yüzden de simetrik olmamış. Tabii bu da sorumlunun kellesinin uçmasına sebep olmuş.

Brüksel Fotoları, Tıkla

Brugge:


*Sessiz ve saf bir güzelliği var Brugge'ün. Interrail turunun en etkileyici şehirleri arasında İlk 3'e girmeyi başardı. İkinci Dünya Savaşı'nda yıkılmamış olması şehri diğerlerinden ayıran başka bir nokta.
*Brugge ile ilgili aklıma ilk şeylerden biri, buraya emekli olunca yerleşmekti.
*Enver ile uzun bir yürüyüş yaptık Brugge sokaklarında. İnsana kesinlikle huzur veren bir yer Brugge. Yolunuz Belçika'ya düşerse eğer es geçmeyin. Resimler (Tıkla) herşeyi anlatır sanırım

Lille:

*Lille Fotoları (Tıkla)

*Burası ile ilgili aklımda kalan ilk detay neredeyse aç kalıyor olmamız çünkü öğleden sonra açık olan bir yer bulmak çok zor yemek için. Şansımıza çok sıcak ve içten insanların çalıştığı bir Türk kebabçısı bulduk. Enver'in ısmarladığında gözüm kaldı, ne yalan söyliyim.

*Lille, Paris'e ulaşmamız için uğramamız gereken bir yerdi. Kısa bir sürede gezilebilecek bir yer.

* Paris'e giden tek bir tren var o da türü TGV olan bir tren. Tek başına interrail biletiyle binemiyorsunuz, rezervasyon ve ek ücret gerekiyor. Yer bulursunuz her vakit korkmayın. Biz yılbaşından bir gün önce gittik ve tren bomboştu. Ödemeniz gereken ücret 10 € . Yaklaşık 3 saatte Paris'e ulaşıyorsunuz. Saatte maksimum 576 km hıza kadar çıkmakta ancak toplu ulaşımda hızı 320 km/saat 'miş.

Paris:



*Paris Fotoları (Tıkla)
*Paris'i doğal olarak detaylı anlatacağım. Ancak bu detay Notre Dame'ın Kamburu'nun ilk 100 sayfası gibi olmayacak (okumuş olan anlar sanırım dediğimi)

* Burada da Free Tour Çerçevesinde şahane bir Paris turu yaptık. Bu seferki tur rehberimiz pandomimciydi.

* Yararlı Bilgi: Paris'e yolunuz düşerse heykellere dikkatle bakın. Kimin heykeli olduğunu bilmeseniz bile heykeldeki kişinin nasıl öldüğünü anlayabilirsiniz. Nasıl mı?
Paris'in her yer yerinde at üstünde ünlü bir Fransız liderin heykelini bulabilirsiniz. O esnada bakışlarınızı atın ayaklarına odaklayın. 3 olasılık mümkün
1- Atın tüm ayakları yerdeyse atın üstündeki şahsiyet sessiz ve huzurlu bir ölüm yaşamış
2- Tek ayak havada ise, suikast'e kurban gitmiş
3- Ön iki ayak havada yani at şaha kalkmış ise ölümü şanlı olmuş. Örnek olarak savaşta ölmek.

* Lüzumsuz Bilgi: Fransızca ve İspanyolca bilenler / öğrenmeye çalışanlar bilir. Her nesnenin bir cinsiyeti vardır. Peki Ipod'un cinsi nedir, masculin miş.

*Louvre'dan bahsetmeden olmaz, sabahın erken saatlerinde, hava daha yeni aydınlatırken Louvre'a gittik.Louvre kat kat yapılmış ve her katı dışardan bakınca bir öncekine göre daha görkemli daha gösterişli. Louvre için 1 gün kesinlikle yeterli değil. (anneler (her zaman olduğu gibi) mutlaka haklıdır) Tüm koridorlarından geçtim ancak bazı yerleri doğal olarak hızlı geçmeniz gerekiyor.

*Louvre'un önündeki piramiti herkes az çok biliyordur. Bu piramit proje aşamasındayken sadece camdan yapılacağı söylenmişti. Ancak baktılarki bu cam yapı yeterince güçlü değil, çeşitli desteklerle yeterli dayanıklılığa getirildi. Ayrıca daha ilginç bir durum ise piramitin pozisyonu tüm caddedeki simetriyi bozmakta. İstenilen pozisyona getirmek 3.5 milyon dolar (rehberin yalancısıyım fiyat konusunda)

*Yararlı mı gereksiz mi bilemediğim bilgi: Fransızlar tenisi bulan ilk ülkeymiş ancak onlar raket yerine ellerini tercih etmekteymiş. Sonrasında narin İngilizler ellerine zarar gelmesin diye raketlerle bu işe girişiyorlar.

*Yeni yıla Paris'te girmiş bulunduk, Eyfel'i izleyerek. Doğal olarak etraf dopdolu, moraller üst düzeyde. Kameralar hazırlanmış, yeni yıla doğru geri sayıma başlıyoruz.Eyfel'in üstündeki yıldızlar tek tek sönüyor ve şahene bir ışık şovu Eyfel'in her yerini kaplıyor. Ancak tek bir eksik var, havai fişekler. İnanılması güç ama ciddi bir havai fişek şovu olmadı, şehrin farklı yerlerinden tek tük fırlatıldı ama o kadar. Neyse deyip, metrolara ilerliyoruz. Büyük bir sıkıntımız var, metroya giremiyoruz, çünkü platform dolu. Herkes doğal olarak evlerine dönmeye çalışıyor. Biraz dışarda oturup vakit geçiriyoruz ve başka bir istasyondan şansımızı deniyoruz. Pek fark yok. Gelen metro zaten dolu olduğu için içeri girmek istemiyoruz. Ancak vakit ilerliyor bir şekilde birbirimizi tutarak ve iterek bir tanesinin içine girmeyi başarıyoruz. Yok böyle bir sıkışıklılık, tutunmamıza gerek yok, düşmemiz imkansız. Nasıl ineceğimizi düşünüyorum, çıkmamız o kadar zorki trenden. Şansımıza ineceğimiz durakta trenden hatırı sayılır insan iniyor.

"Kısaca Taksim'deki yılbaşı gösterilerinde olanların bir bölümü Paris metrosunda başımıza geldi."

*Eyfel'den bahsetmeden olmayacağına göre onunla ilgili birkaç detay verelim. Eyfel'i dizayn eden Gustav Eiffel aynı zamanda Özgürlük Anıtı'nı da yapanlar arasındadır. Enver ile Eyfel
Kulesini ziyaret ediyoruz, sabah saatlerinde. Asansöre daha çok para vermektense, merdivenle çıkmaya karar veriyoruz. Asansör için inanılmaz bir sıra bulunmakta, beklenmesi zaman kaybı bizim için. Eyfel'in üzerinde fotoğraflarımızı çekip gerisin geri aşağı iniyoruz. Tek şansızlığımız hava sisli.

*İlginç Bilgi: Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen) 'u az çok duymuşsunuzdur. Kankan danslarıyla çok ünlü olduğu zamanlarda, diğer başka işletmelerin de aynı şeyi taklit etmeye başlamasıyla bir gün "dalgınlıkla" iç çamaşırı giymeyi unutuyorlar ve kaybettikleri izleyicileri geri alıyorlar.

*Amelie'nin çekildiği kafeyi de yakından görme şansına erişiyoruz. Yönetmen Jean-Pierre Jeunet bu cafeyi kullanmak için 3 ay uğraşmış.

*Şanssız bir insan olan Van Gogh'un evine de uğruyoruz. Neden şanssız peki? Okuldan atıldı, politikaya atıldı, olmadı. Bir hayat kadınına aşık oluyor ancak kız vazgeçiyor ondan, bunun üzerine, kulağını kesip kıza bunu mektup ile yolluyor. Şansızlığındaki son nokta şu oluyor. Artık hayat onun için çekilmez olduğu bir vakitte, kendini en yakın yerleşim yerine 2 saat mesafede olan bir yerde vuruyor ancak hemen ölüyor mu, tabii ki hayır. Yaralı bir şekilde hastahaneye gidiyor, iki gün sonra ölüyor. Son sözü " Sadness is Eternal" oluyor.

*Van Gogh hakkında ilginç bilgi: Akıl hastahanesinde bulunduğu vakit, kardeşi ona resimlerinin çok karanlık olduğunu belirtiyor ve "Lighten up" kalıbını kullanıyor. Bunun üzerine Van Gogh bazı resimlerinin üzerine parlak renkler ile noktalar koyuyor. Doğru mudur, bilinmez.

*Picasso, Paris'te yaşadığı vakitlerde Au Lapin Agile adlı bir kafeye geliyor yemek için. Ancak parayı nakit vermek yerine, garsonların resmini çiziyor. Bir zaman sonra dükkanın sahibi bu yaptığını kabul etmiyor. Picasso ise kendinden emin bir şekilde, kendisinin ileride çok meşhur ve başarılı olacağını söylüyor ve saklamısını tavsiye ediyor.

*Paris'e gittiğinizde Sacré-Cœur Bazilikasına mutlaka uğramaya çalışın. Barok, roman ve gotik tarzlarını birleştiren güzel bir yapı. İlginç bir özelliği ise içerideki dini resimler arasında Tanrı'nın da bulunması.Dışarısında ise güzel bir Paris manzarası da izlenebilir.



*Paris ile ilgili anlatılacak çok şey var ancak şu an için bununla sınırlı tutuyorum.


Nancy:


*Nancy Fotoları (Tıkla)

*Nancy'e ulaşmamız zahmetli oldu bizim için. Tren 1 saat geç hareket etti. Tabii ki trenlerdeki tüm anonslar sadece Fransızca. Adını tam hatırlayamadım bir yerde tren durdu ve yolcuların hepsi inmeye başladı. İçimize bir kurt düştü Enver ile benim. Tren önündeki birine sormamla gerçeği az da olsa öğrenmiş olduk, tren Paris'e geri dönecekmiş. Ne yapacağız diye ilk şoku yaşadıktan sonra, bizim gibi mağdur durumdaki yolcular için başka bir istasyona otobüs kaldırıldığını öğrendik. En sonunda Nancy'e ulaşmaya başardık, ufak ama şirin bir şehir, yolunuz üzerindeyse birkaç saatinizi ayırabilirsiniz

Luxembourg:


*Luxembourg Fotoları (Tıkla)

*Nüfusu 500.000'in biraz altında olan bu ufak ülkenin aynı ada sahip başkentinde kısa bir süre kalıyoruz.

Köln:

*Köln Fotoları (Tıkla)

* Gideceğimiz son şehir Köln'dü Interrail turumuzun. Yine güzel bir Alman şehri. Etkileyici bir katedrele sahip. Katedralin kulelerini çıkmayı unutmayın.



*Köln'de biraz değişik bir şey yapalım deyip Enver ile bir çikolata müzesine gittik. Tabii ki bir Willy Wonka'nın fabrikasının tadını almayı beklemiyordum ancak sıcak çikolataya bandırılmış gofretler bir şahaneydi.

Interrail turumuzun son durağı, ilk durağımız olan Frankfurt - Hahn havalimanıydı. Yorucu ama eğlenceli bu büyük turumuz sona erdi, darısı diğer turların başına.

Blog'a doğal olarak yaşadığım her anı yazamadım, özellikle son bölüm için bunu açıkça söyleyebilirim. Ancak bu yazı dizisinin bittiğine seviniyorum.

Interrail Günlükleri - Bremen - Amsterdam - Antwerpen

Bu interrail günlüklerini ne zaman yazmaya kalksam, sıkılıyorum, yazamıyorum. Aradan uzun zaman geçince de yazmak daha da zor oluyor. O yüzden geri kalan bölümü kısa kısa geçip, blogu eski günlerine döndürmeye karar verdim. Detayları sınırlamaya çalışacağım.

Fotolar için tıklayınız.

Nerede kalmıştık,

Bremen:



* Interrail'de gördüğüm yerler arasında en güzel 3 şehrin içindedir, Berlin ile birlikte, peki diğeri kim?
* Doğal olarak şehrin çeşitli yerlerinde Bremen Mızıkacıların heykelleri bulunmakta. Enver için önemli mi, tabii ki değil, Şekil 1-A



* Buz gibiydi doğal olarak gittiğimiz vakit ancak şansınız varsa mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri.

Amsterdam:

* Herkesin favori şehirlerinden biridir Amsterdam ancak bu durum benim için pek geçerli değil. Her şeyin serbest olması, kulağa hoş gelen bir şey olabilir en başta. Sembolü XXX , çok tehlikeli anlamında.
* Deli bir bisiklet trafiği var ve tehlikeli sürücüler bu bisikletçiler Amsterdam.
* Yılda 40000 bisiklet nehre düşüyor yada atılıyor (Hollanda Espri Sanatı). Bu atılanlar sonra toplanıyor, monte işlemi yapılıp tekrar piyasaya sunuluyor.
*Meşhur (!) Red Light Sokağı'nda, çok eski bir kilise bulunmakta garip bir şekilde. Bunun nedeni için geçmişe bakmamız gerekiyor. Amsterdam'a gelen denizciler önce Red Light'a ardından günahları affetmesi için kiliseye gidiyor. Çoğunuz bilir eski denizciler çok batıl inançlıdır. Tabii ki sevgili kilise de bu durumun farkında, önce mırın kırın eder, günahları affetmek (!) için ardından cüzi bir miktara günahlarını affederler.
* Aralığın son günleri ve güneşin pozisyonu öğlen vakti 30 - 40 derece anca yapıyor.
* Hollanda, İspanyolları topraklarından atıp Avrupa'da ki ilk cumhuriyeti kurmuşlar.
* Yine bedava tur, yine Avusturalyalı rehber.
* Deli gibi turist var, sokaklar da dar olunca çekilmiyor.
* Felaket yamuklukta evlere sahipler. Yana, öne yatmış evleri baktığınız her yerde görebilirsiniz. Evlerin dar olmasının sebebi eskilere dayanıyor. Eviniz ne kadar büyükse o kadar vergi ödüyorsunuz. Balçık üzerine kurulmuş bir şehir, bir gün gidecek bir depremde orası ayrı.
*Her "Coffee Shop" 'u kahve dükkanı sanmayın, anlayana. Hiçbiri kahve üzerine değil neredeyse. Bu "Coffee Shop" larda sigara içilmesi diğer yerlerde olduğu gibi yasak.
* İlginç bir istatistik, Hollanda marihuana tüketiminde lider bir ülke değil. 1- Yeni Zellanda 2- İspanya 3- Fransa
*Etraf pisuvarlarla dolu. Bununla ilgili ilginç bir olay olmuş zamanında. Evvel zaman içinde Amsterdam sokakları sarhoşların çişleriyle kokmaya başlamış. Bunun üzerine Amsterdam Belediyesi bu pisuvarları koymuş şehrin belli yerlerine. Ancak bu durum kadınların hoşuna gitmemiş ve onlar da kendileri için kapalı tuvaletler istemiş. Belediye bu duruma yanaşmamış, bu durum kadın protestocuları sinirlendirip ve ilginç bir olaya imza atmalarına sebep olmuş. Şehrin en işlek köprülerinden birine gidip ve tuvalet ihtiyaçlarını kolektif bir şekilde yerine getirmişler taki belediyeyi ikna edene kadar. Fakat yine bir sorun ortaya çıkmış, bu sefer uyuşturucu kullanıcıları buraları kullanmaya başlamış bunun üzerine belediye temelli bu kapalı tuvaletleri kaldırmış.
*Çiş reflektörleri var. "Benim üzerime işersen ben de senin üzerine işerim". Hatta bunların elektriklileri de var, ancak yasaklanmış. Resimdeki Kırmızı bir bölüm, elektrik vermek için bir cihaz


*Eskiden apartman numaraları yerine, mesleklerini bir tablet üzerine çizip evlerin üzerine asarlarmış ancak Fransızlar sağolsun bu güzel ve ilginç geleneği değiştirmişler.

(Detaya girmeyecektim di mi?)

Antwerpen:
* Gidilecekse alışveriş için gidilmeli, yol üstünde bir kaç saat için kalınabilir. Moda kenti de denilmekteymiş bu yere
* 1€ ya Etnoğrafya Müzesi var, detaylar için Umut'u rahatsız edin. Ancak bu hikaye de anlatılmazsa olmaz. Antwerpen'de gezerken, minyatür boyutlarda (kime göre?) bir kaleye geldik. Önündeki ilginç heykel dışında bana pek ilgi çekici gelmedi. Burada Umut kaleyi görmek için bizden ayrıldı, Enver ile ben de Antwerpen'in uç noktalarını gezmeye başladık. Güya şu saatte gar da buluşacağız dedik. Enver ile rüzgara karşı hızlı hızlı yürüyerek, şahane binaların fotoları çeke çeke Antwerpen'i bitirmeye çalışıyoruz. Ancak bir baktık yürüyerek bu iş olmayacak, koşu temposuna yakın bir tempoda istasyona ulaştık. Fakat Umut yok. Tren geldi geçti, Umut hala yok, çağrıya da cevap vermiyor. İnsan doğal olarak meraklanıyor. Neyse treni kaçırdıktan 15-20 dakika sonra Umut rahat rahat geldi yanımıza. "Bir şey mi geldi başına" dedik. Cevap bir efsane oldu "Abi, 1€ ya Etnoğrafya müzesi buldum.". Dumur.

Fotolar için tıklayınız

5 Mart 2009 Perşembe

Bir Dönemin Ardından

Türkiye'den Prag'a geri dönüşümü hasarsız bir şekilde hallettikten ve ikinci dönem için gerekli şeyleri de belli bir düzene soktuktan sonra uzun bir süre boşladığım blogun başına geçmenin vakti gelmişti. Bu cümledeki özneyi, tümleçleri ve yüklemi bulmayı başka bir zamana bırakıp, interrail yazı dizisine de biraz ara vererek geride kalan ilk dönemin hafif bir özetini ve bu geçen dönemden çıkarılan derslerden kısaca bahsetmek istedim. Hafif iğnelemeler için şimdiden özür dilerim.

Öncelikle ilk teşekkürüm geçen sene Prag'ta Erasmus yapan ve tüm sorularıma maruz kalıp hepsini hiç sıkılmadan cevaplayan Mustafa'ya gidiyor. Bir yıla yakın bir süre önce yahoogroups üzerinden tanıştığım Mustafa'nın Çek Cumhuriyeti'ndeki yaşam konusundaki yardımları hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Yüzyüze tanışmamız ise 1 hafta önce İnşaat Fakültesi'nin yeni binasında oldu. Yine Erasmus hayalleri kuran bölümdaşlara yardım ediyordu.

Rüya gibi bir ilk dönem yaşadım ve bir kez daha dönüp geriye baktığımda gerçekten doğru yeri seçtiğimi anladım. Farklı özelliklere, kültürlere, dillere sahip yüzlerce insanla aynı ortamdasınız. Bunun tadının inanılmaz olmasından ziyade bu durumun farkında olmak çok daha önemli.

Peki, bu farklılık insanı hangi yönde nasıl değiştirir? Erasmus hayatımda yapmaktan keyif duyduğum bir şeyde, insanların değişimlerini izlemekti, ilk günden bugüne kadar nasıl bir değişim geçirdiklerini görmek garip bir şekilde keyifli geliyor bana. Yeni kültürleri tanıyıp, önyargılarını kıran insanları görmek ve bu durumun bir parçası olmak çok güzel bir şey. Öyle bir an geliyorki Erasmus hayatınızda, yanınızdakinin hangi milletten olduğu anlamsız bir soru oluyor çünkü siz farkında olmadan yapay bir oluşumun parçası olmuşsunuz. Kendi zevklerinize uygun gruplarınız oluşuyor. Örnek vermek gerekirse; sportif aktiviteler için belli bir grubunuz varken, gezi ihtiyaçlarınıza göre daha farklı bir grubunuz olabiliyor ya da bir kafede oturup hayatı konuşabileceğiniz başka bir grubunuz varken eğlence için başka bir grubunuz oluyor. Tabiki bu gruplar arasında sayısız elemanlı kesişim kümeleri mevcut.

Doğal olarak her seferinde pozitif şeyler görmüyorsunuz. Mesela gelmeden önce şiddetle karşı olduğu düşünceleri burada sergilemeyi esirgemeyen insanlar da yok değil. Fakat onların gözünde bu geçirdikleri Erasmus yaşamı bir istisnadır. Burada demek istediğim önyargıların kırılması değildir çünkü bu bölümde bahsettiğim kişiler geri döndüklerinde yine bildiklerini okuyanlardandır.

Tabii ki insan kendindeki değişimi tam olarak algılayamaz, objektif bakamaz ve bu yüzden bir teşekkür de benimle ilgili gerçek düşüncelerini benden esirgemeyen, beni her ne olur olsun destekleyen ve yeri geldiğinde de eleştiren yakın arkadaşlarıma gidiyor. Onlar kendilerini biliyor.

Erasmus'a başvururken herkesin isteği hayali ayrı oluyor, yeterki bir hayali amacı olsun. Önceki yazılarımda buna değinmiştim. Kimi ders için gelir, kimi gezmeye gelir ya da kimi sadece partilere,gece hayatına gelir. Herkesin zevki ayrı olduğu için insanların geliş sebeplerini eleştirmeye kimsenin hakkı yoktur, yeterki bir hayaliniz/amacınız olsun gelirken. Bu esnada beni eleştiren bir kaç soruyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Soru 1: Neden sürekli geziyorsun?
Soru 2: Neden yabancılarla takılıyorsun?
ve tabiki küçük kardeşimden gelen bir soru
Soru 3: Abimin okulu yok mu?

Sevgili kızkardeşimin masum sorusunu bir kenara koyarsak eğer, birinci sorunun cevabı demin de dediğim gibi kimseyi ilgilendirmez. 2. soru ise benim garibime giden bir soru. Tabii ki sana ne deyip kabalaşmanın anlamı yok. Aslında çok garip bir soru bu çünkü bu soru Erasmus konusunda fazla bir bilgisi olmayan birinden gelse hiç bir sıkıntı yok ancak bu soru Erasmus yapan birinden geldi. Kafaca anlaştığım, beraber birşeyler paylaşabildiğim birileri olduğu takdirde bana ne karşımdakilerin milletinden. Buraya kendi ülkemizin mini kolonilerini kurmaya gelmedik. Kafaca uyuşmadığım biriyle sırf Türk olduğu için neden takılmaya devam edeyim. Erasmus hayatı sonuç olarak geçici bir şey, o yüzden bu tarz şeylerle uğraşıp bu hayatı zehir etmenin ve bu kısa zamanı bunun için harcamanın anlamı yok. Neyse uzatmayalım yazının bu bölümünü.

Dersler bölümüne gelelim biraz, o kadar gezdik eğlendik ancak okulu da ihmal etmedik. Aldığım derslerin hepsini geçtim. Ancak Erasmus öğrencisine yardım edilir tezi buradaki üniversite için pek geçerli değil. Diğer tüm çek öğrencilerle eşit düzeydesiniz. Tabii ki kolay ders var, zor ders var. O da artık sizin şansınız. Zorlayan derslerin başında Zemin Mekaniği ve Temel İnşaatı geliyordu çünkü finale girmeniz için tüm verilen ödevleri teslim etmeniz ve bunların HATASIZ olması gerekiyordu.

Artık önümde yeni bir dönem var, ilk dönem yaptığım bazı amatör hatalardan ders çıkarıp yeni bir yola çıkmanın vakti geldi. Daha farklı bir dönem olacak benim için artık daha tecrübeliyim buradaki hayat konusunda. İlk başta düşlediğim gibi bir yazı olmadı. Az da olsa yaklaştı ama, o bana yeter.

19 Şubat 2009 Perşembe

Kısa Sürecek Bir Geri Dönüş

Neredeyse 1 ayı bulan sınav maratonunun bitişiyle artık rahat bir nefes alabilirim. Bir inanışın da temellerinden sarsıldığını anlamış oldum bu sınav maratonunda. "Erasmus öğrencisi derslerini rahat geçer, profesörler yardım eder" inanışı Çek Teknik'te geçerli değil mağlesef. Efendi gibi oturup, çalışman gerekiyor. Garip bir şekilde aldığım derslerin hepsini geçmiş olmamın mutluluğuyla bir sonraki dönemi bekliyoruz. Yıldız'daki bölümden arkadaşlarımın yanında ailemin de "Anıl, hep kalıcam kalıcam deyip geçiyorsun, kimi kandırıyorsun?" demesine rağmen yine aynısını yineledim bu dönemde. Tabii ki özel teşekkür, Prag'taki Erasmus maceramda sorularımla bunalttığım ancak onunda cevaplarıyla beni aydınlattığı Mustafa'ya gidiyor bir kez daha.

Gelelim yazının asıl amacına; yaklaşık 1 haftalığına Türkiye'de olacağım. Önce 3 gün İstanbul'da geri kalanında ise İzmir'de olacağım. Ancak İstanbul ziyareti biraz ilginç olacak. Yanımda yaklaşık 15 İspanyol ve Meksikalı da olacak. En başta herşey toz pembe çok eğlenceli gözürken, bazen de özellikle annemin hatırlatmalarıyla belayı başa aldım diyorum. (Kızma, kızma). İlginç ve eğlenceli bir deneyim olacağı kesin. Birazdan Bratislava'ya giden trene yetişmem lazım, oradan da ver elini İstanbul'a. Kalınız Sağlıcakla.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Interrail Günlükleri - Hamburg




Gecikmiş Interrail serimizle devam ediyoruz. Fatih Akın'ı çıkartmış olan Hamburg'a trenle yola çıktığımızda, kafama bir soru takılmıştı? Bineceğimiz trenlerin hepsi böyle dolu oluyorsa, ileride kimbilir başımıza ne gelecekti? Ancak o gün Noel arifesi olduğu için bu çok normaldi aslında, o yüzden trene ilk binenler arasında olarak zaten az çok dolu gelmiş trenin sayılı boş koltuklarını kaparak Hamburg'a doğru yola çıktık. Fatih Akın yazdık ve doğal olarak okuyucu kitlesinin dikkatini yakalayamadık, o yüzden futbol düşkünlerini de (Ufuk Mucurlu) tatmin etmek için, Hamburg Sv'de oynamış etkili oyunculara göz atalım.
  • Kariyerinin iki yılını burada geçirmiş Beckenbauer
  • Menajerlik oyunlarında ucuza gelen etkili oyunculardan Nigel de Jong ve Daniel Van Buyten
  • 8 yıl Hamburg'ta oynamış İranlı oyuncu Mehdi Mahdavikia
  • Ivica Olic yine menajerlikte şans eseri bedavaya gelmiş ve sayısız gole imza atmıştı ancak 32 yaşında emeklilik kararıyla az da olsa şok etmiştir.
  • Salihamidzic'te bir zamanlar buradaydı.
  • Nedense hep bizim siyah slip donlu Tarkan'ımıza benzeyen (Atıl Kurt!, desem) Çek defans oyuncusu Tomáš Ujfaluši 4 yılını burada geçirmiş.
  • Adı Beşiktaş ile zamanında anılmış Mohammed Zidan ve Galatasaray ile anılan Juan Pablo Sorin, son olarak şahane spor medyamızın bomba transfer haberlerinden biri daha olan Fenerbahçe'nin son anda kaçırdığı (!) Rafael Van der Vaart da Hamburg'ta forma giyen başka ünlü oyuncular sadece bir kaçı. Transferi yılan hikayesine dönen Gravesen'i de unutmuyoruz tabiki.


"E, hani nerde Interrail anıları, futbola döndü blog" diyebilirsiniz, haklısınızda ancak durumu şöyle anlatayım. Nüfusun büyük bölümünün Hristiyan (TDK onaylı) olan bir ülkeye yada şehre tatil için Noel zamanında gitmeyin, yapmayın böyle bir hata. Sanki nüfus sayımı varmış gibi sokaklarında kimse yok, dükkanlar kapalı, temel ihtiyaçları giderebileceğimiz hiç bir yer yok. Şans eseri açık bir Mcdonalds buluyoruz. Öğlen ve akşam yemeklerini cheeseburger'den yapmaktan başka bir çaremiz kalmıyor. Ancak niye hepsini aynı anda aldık sorusuna gelirsek eğer, burası da saat 4'te kapandı.


Kabul, güzel bir şehir ancak bütün sokaklarından tek başına, kapalı ve kasvetli bir havada geçmek pek eğlenceli değil. Ancak tabiki interrail üçlüsü olarak yılmadık, bu bomboş şehirin görülebilecek önemli noktalarını tek tek gördük, dere tepe yürüdük. Gördüğümüz en güzel yapılardan biri sanırım yıkık gotik kilisemizdi. II. Dünya Savaşı yüzünden diğer Alman şehirlerinde olduğu gibi Hamburg'un da %70-80'i yerlebir olmuş zamanında. Ancak adamlar kasmış, çalışmış, bütün şehirlerini tekrar inşa etmiş. Doğal olarak dilimize pelesenk olmuş bir lafı kullanmaktan kendimizi alı koyamıyoruz. "Almanlar yapmış"
Aslında Hamburg'un nasıl bir yer olduğunu size resimler daha iyi anlatır.(link yakında verilecektir) Bu arada ilginç bir not düşmek lazım 2500 köprüye sahip bir kent Hamburg, Venedik ve Amsterdam'daki toplam köprü sayısından daha fazla.



Coming Soon... Bremen