29 Aralık 2008 Pazartesi

Sevgili Okur

Sevgili Okur,
Zor sartlar altinda internete kavustum, hala ayaktayim. su an brugge'deyim. 5 Ocak'ta geri donuyorum Prag'a. O zamandan sonra tam gaz blog devam edecektir.
Simdiden hepinize Mutlu Yillar

21 Aralık 2008 Pazar

Interrail Günlükleri - Frankfurt

Yasal Uyari: Su an kullandigim bilgisayar yazdigim harflerden anlasildigi uzere Türkce klavye degil. Prag'a dönene kadar yazilar maalesef bu sekilde olacak.

Yasal Uyarı 2 : İkinci uyarının ı'sından anladığınız gibi Türkçe klavyedeyim şu anda ancak yazının böyle kalmasının daha doğru olacağını düşünüyorum.

Frankfurt'ta saatler 7.00'yi gösteriyor. Enver'in uyanmasina daha 1.5 saat var. Bu firsattan istifade bu gezi nasil basladi, nasil gidiyor bahsetmeye baslayayim. Avrupa'daki cogu okul Noel'i ve yilbasini birlestirip 2 haftalik tatil yapmaktadir. Firsat bu firsat deyip, bizim de bu tatili iyi kullanmamiz gerekiyor. Yabanci arkadaslarin neredeyse hepsi bu tatili evlerinde aileleriyle geciriyor.


Kasim ayinin basinda bu konuyu Enver'e acmamla bu gezinin temelleri atilmis oldu. 17 gün 5 ülke en az 12 sehirden olusan bu gezinin ilk duragi Frankfurt(Almanya)'tu. Aslinda yola ilk cikisimiz trenle degil Ryanair ucagiyla oldu. Ben Prag'tan, Enver Milano'dan ucarak Almanya topraklarina adim attik.




Ryanair'i bilenleriniz vardir, cok dusuk ve bazen komik fiyatlarla sizi Avrupa'nin en güzel yerlerine götürür. Enver aslinda benden 20-30 dakika once inmesi gerekirken ben ondan önce Frankfurt'a adimimi attim. Isin buradaki garip yani benim normal planlanan ucustan da 15 dakika erken gelmis olmam. Pilotun gazdan ayagini kaldirmamasiyla beklenenden once Frankfurt'a vardim. Enver'in gecikmesinin sebebi ise piste köpek girmesiymis.


Frankfurt'ta ilk geceyi havalimaninda geciriyoruz. Aslinda havalimani Frankfurt'un 100 km disinda. O yüzden bir bakima ölü bir havalimani gece vakitleri. Bizim gibi geceyi burada gecirenlerin bir kismi montu yere atip üzerinde uyurken bizim gibi bazilari ise metal koltuklarda garip garip pozisyonlarda uyumava calismakta. Fakat gecenin bu daldaki (hangi dal) en orijinali ödülü sörf tahtasinin kilifinin uzerinde yatan Brezilyali gencti. Dogal olarak uyuyamadik. Sabah 5.30 dolaylarinda otobüse binerek, tek kelime ingilizce bilmeyen söförün Pink'in sarkilarina eslik etmesini yarim kulakla dinleyip ve yaklasik 1 saat uyumaya cabalayarak asil Frankfurt'a variyoruz.

Kalacagimiz hostel'da biraz kestirme düsüncemiz, hostel tarafindan kibarca reddedilmesinden sonra Frankfurt sokaklarinda yürümeye basliyoruz. Noel´in yaklasmasi yüzünden her yer normalden daha renkli durumda. Dogal olara sehir meydani bu konuda basi cekmekte. Frankfurt güzel bir sehir, bir gününüzü ayirmaniz yeterli olacaktir burasi icin (uykulu olmayin yeter)






Frankfurt'ta bulundugumuz sürede 3 müzeye ugradik. Gezimizin ilk duraginda Historical Museum vardi. Acilis saatiyle iceri girdik. Alman kültürü ve tarihine ait eserleri gorme sansini buldugumuz bu müze asilinda o kadar buyuk bir müze degil. Bu müzenin ardindan tekrar Frankfurt sokaklarinda dolastiktan sonra Modern Sanatlar Müzesi'ne girmekten vazgecip, The Museum of Applied arts adiyla anilan bir müzeye ugradik. Icerik olarak cok karisik bir yer olan bu müzede, Topkapi Sarayi'ndan getirilen eserlerin miktari göze carpan ilk detay diyebilirim. Ancak uykusuzluk dayanilmayacak bir seviyeye gelmis durumda, ruh gibi geziyoruz denilebilir.





Frankfurt'taki son duragimiz, Doga Tarihi Müzesi idi. Acik ara farkla Frankfurt'ta gittigimiz en iyi müze diyebilirim. Viyana ve Prag'taki müzelere göre cok fazla dinazor fosili bulunmakta ki dogal olarak benim icin buyuk bir keyifti bu müzede gezmek. Tarih oncesi canlilarin yaninda, dünyanin olusumu ve jeoloji ile ilgili bölümler de dinazorlar kadar olmasada gene de ilgi cekiciydi. Gittigim her doga müzesinde oldugu gibi bunda da sürüsüyle her türden hayvani gorebilirsiniz. Frankfurt'ta kesinlikla ugramaniz gereken bir yer.





Deli gibi bir uyku acligiyla hostelimiza vardik. Planlarimizi ve maillerimizi gözden gecirdikten sonra ozlenen uykuya kavustuk.

2 saat sonra otobüsümüzle havalimanina gidecegiz tekrar. Interrail yolculugumuzda yapacagimiz son ucak yolculugumuz bu (gidis donusleri saymazsak). Bir sonraki durak; Berlin. Orada da interneti bu kadar rahat kullanmak umuduyla, bir sonraki yazimda görüsmek üzere.

19 Aralık 2008 Cuma

Tatil

Önümde en az 2 haftalık bir tatil bulunmakta. Doğal olarak bunu değerlendirmek gerekir. 17 gün yokum, 5 Ocak tarihinde görüşmek üzere. Hepinize şimdiden mutlu yıllar ve tabiki "Seneye Görüşürüz!" Detayları da yazmak isterdim ancak sanırım geç kalıyorum.
Enver yazmış nerelere gideceğimizi ve unutmadan bu siteye giren 999999. kişisin o yüzden hemen tıkla!

18 Aralık 2008 Perşembe

Berber

Başka bir ülkede saçları kestirme korkusu şu an yazacaklarımın konusu. Eğer Erasmus ile Türk popülasyonun bol olduğu bir yere gitmediyseniz (Almanya, Avusturya vs) hatta daha da kötüsü İngilizce konuşma oranının düşük olduğu bir yerde bulunuyorsunuz (Misal Çek Cumh.) bu sorunu yaşamasınızdır, yani yaşadığınızı umuyorum.
Çek Cumhuriyeti'nde İngilizce konuşma oranı zaten düşük bu yüzden de İngilizce konuşan bir berber bulmak imkansıza yakın. (bkz. impossible is nothing) Çek berberlerinin marifetlerini de diğer Erasmus öğrencilerinin saçlarında görünce bendeki korkunun şiddeti artmaya başlamıştı. Olaya makineyle haşırt diye girmelerini geçtim, genellikle yamuk yumuk kesiyorlar saçları. Bu sorunu sürekli kafasını 3 numaraya vuran buddy'me danıştığımda ise "Gel beni seni traş ederim" demesiyle eski bir anı canlandı aklımda.

Yıl 2002, Temmuz
Gümüldür Askeri Kamp'ındayım, Dünya kupası geride kalmıştır( neden bundan bahsettiğime birazdan değineceğim), saçlar babanın onaylamayacağı bir noktaya gelmiştir. Doğal olarak civardaki tek berber olan askeri berbere gidilir. "Asker Abi, hafif kısalt" denir, kafasını sallar ve makinayla önden arkaya 5 cm genişliğindeki otoyol inşaatına başlar. Gözlüğü çıkarmama rağmen ne olduğu çok açıktır. Sinir ve şoktan hiçbir laf edilemez tabi. İkinci sırayı da alır ve saç Son Mohikan saçına dönmeye başlar. Ümit Davala'nın 2002 Dünya Kupası'ndaki saçını hatırlarsınız sanırım, etraf bu modelle gezen zibidilerle dolmuştu ancak bir an bende onlardan biri olmuştum. Korkuyla " Üstü de alacaksın di mi Asker Abi?" diye sorulur cevabı makina orayı da kazıyarak verir. Sonuç olarak yazın ortasında kabak gibi kalmıştım.



Neyse sevgili okur günümüze geri dönelim. Öğrendiğim yer kaldığım yurda da yakındı. Bahsedilen yere geldiğimde etrafta gitmem gereken mekanı çağrıştıran tek bir yer vardı ancak bildiğin bayan kuaförü dışarıdan bakınca. Dükkanın etrafındaki resimler ve yazılar da pek yardımcı değildi açıkçası. İçeri giriyorum ve düşüncem hala aynı, burası bayan kuaförü. İngilizce bilen bir çalışana derdimi anlattıktan sonra gerçeği öğreniyorum, ne kadar bayan kuaförü gibi gözükse de mekan, unisex bir işyeri. Sonuçta nasıl kesmesi gerektiğini güzel güzel anlattıktan sonra, istediğim sonuca ulaşıyorum. Mutluyum, huzurluyum sevgili okur, 2-3 saat sonra yeni bir yazıyla tekrar beraber olmak umuduyla.

11 Aralık 2008 Perşembe

Türkiye Sunumu

Soğuk bir Prag akşamında Masarykova Student Club'ta Türkiye sunumu başarıyla yapmanın gururuyla bu yazıya başlıyorum. Aynı gün içinde bizimle birlikte Estonya'nın ve Tayvan'ın da sunumu vardı. 1 saat önceden olay yerine gelip hazırlıklara başladık. Önceki yazılarımdan belki hatırlayanlar olur, Türkiye'den gelmeden önce İzmir Turizm Bürosun'dan yüklü bir broşür arşivi almıştım, onları da yerleştirip yemek servisine başladık. Aslında bu yemek işi yüzünden club'ın barından komisyon almamız lazımdı çünkü zaten acıya dayanaksız Avrupa milleti bizim kısırın hafif acısına dayanamayıp biraya dadandı durdu.

Tayvan'ın sunumu esnasında bir üst kata çıkıp gecenin DJ'i arkadaşla müzik alışverişi yaparken, kulağıma Tarkan'ın şarkısı gelince, "İyi'de bizim sunuma daha 45 dakika varki, gecikmiş olamam" (işin komik yanı sunumda Tarkan'ı kullanmayacak olmamızın aklıma en başta gelmemesi) diye olay yerine koşuşturduğumda müziği Tayvan'ın çaldığını görünce derin bir nefis alıyorum. Ardından Estonya'nın sunumunu izleme şansını yakalıyorum. Kuzey ülkelerinin hemen hemen hepsi çok güzel yerler, Estonya'nın sunumunu izledikten sonra sıra büyük ana gelmişti.



Sunumu en az 150-180 kişiye yapacak olmak sunum öncesi gergin olmamı sağlayan başlıca nedendi. Bu dönemin ülke tanıtımı yapacak son ülkesi olarak son golü bizim atmamız gerektiğini düşünerek Euro 2008'de attığımız son golleri müzik eşliğinde göstererek hızlı bir giriş bir yaptık geceye. Doğal olarak Çek Cumhuriyeti maçı esnasında çığlıkların ve alkışların sayısı artmış , Nihat'ın son golünde özellikle İspanyollar'ın gol sevincini bizim kadar yaşamış olduğunu görmek biz Türkler içinde güzel bir anı olarak kalacağını düşünüyorum. Ardından büyük bir Türkiye turuna çıktık. Bölge bölge gezilecek yerleri ve her yöreye özgü yemekleri göstererek yabancıların ağzının suyunu akıttık. En büyük tepki İstanbul'u bir kenara koyarsak, Pamukkale'ye geldiğini söyleyebilirim. Yemekler de ise neredeyse her yemeğe büyük bir alkış furyası koptu. Kebapların doğal olarak en çok alkışlanan bölüm olmasının yanında, sarma ve baklavanın görüntülerine de beklediğimin ötesinde bir tepki geldi. Akdeniz Bölgesi'ne geldiğimizde Rusların coşması da bir başka anı olarak hafızama kazınmış oldu.

Geziye ara verip bir gün önceden çektiğimiz ilginç bir videoyla

olay yerini kahkalarla çınlattıktan sonra geziye kaldığımız yerden devam ettikten Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesini de anlatarak büyük turumuzun son yerine Marmara'ya gelmiş olduk. Bu Şubatta benimle birlikte İstanbul'a gelecek olan 20'ye yakın İspanyol'a adayarak en çok ilgi toplayan bölüme gelmiş bulunduk. Nüfus konusunu açtığımda, çüş ifadelerinin değişik dillerdeki karşılıklarını dinleyerek, yer yer alkışlarla kesilen bu bölümü de bitirip sözü Onur'a bıraktım. Ünlü simalarımızdan ve sportif başarılarımızdan bahseden Onur'un ardından son noktayı Cihan'ın anlatımıyla Atatürk üzerinden koyduk. Tabiki oyundan da bahsedeceğim. Lokumlu ve rakılı oyunumuzu, bir arkadaşım videoya çekmiş ancak hafızası bittiğinden kısa bir bölümünü izleme fırsatı bulacaksınız.



Sunumun sonunda artık parti zamanı gelmişti, yer yer Türkçe şarkıların da kulağımıza ilişmesi ve sunumun başarısının gururuyla gönlümüzce eğlenerek geceyi tamamlamış olduk.
Buradan bu sunumda payı olan herkese ve bize bu fırsatı tanıyan ISC'ye teşekkürü bir borç bilirim.



Resim çekme şansım olmadı o yüzden zaman geçtikçe arkadaşlardan toparladığım fotoları burada paylaşacağım

8 Aralık 2008 Pazartesi

ISC Olympics




ISC yine boş durmadı ve geleneksel ISC Olimpiyatlarını geçtiğimiz Cumartesi günü gerçekleştirdi. Ancak seçtikleri sporlarla başta ben ve İspanyollar olmak üzere tüm basketbol severlerin hayallerini yıkarak. Futbol, Voleybol, Yüzme ve Badminton branşlarında onlarca Erasmus öğrencisi ve ISC gönüllüleri kora kora mücadelerle koca bir günü geçirmiş oldu.





Geceden uykusuz olduğum için sadece Voleybol ve Badminton turnuvasına katılabildim. Babadan gelen genetik Voleybol yeteneğine rağmen şanssız bir şekilde 3. olduktan sonra sportif başarılarımın en garibi olmaya aday bir başarıya imza atarak Badminton'da partnerim Raül ile yine 3. lüğe ulaştık. En son badmintonu sanırım orta 1 de oynamıştım. Partnerim Raül sağolsun, son ana kadar başabaş mücadele ettik ve şekerleri, çikolataları ve mandalinaları cebe indirerek yurdumuzun yolunu tuttuk.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Pete Sampras vs Radek Štěpánek



1 Aralık tarihinde Efsane'yi izleme fırsatı bulduk ve kesinlikle şunu diyebilirimki, Sampras hala taş gibi. Maç her türlü organizasyonun yapıldığı O2 Arena'daydı. Tam anlamıyla mükemmele yakın bir tesis.Ulaşım sıkıntısı, girişte saatlerce kuyruk bekleme derdi yok. (bkz. Atatürk Olimpiyat Stadı ve F1 Pisti) Tek sıkıntı çıkışa ulaşmak için 10-15 dakika beklemek zorunda kalabiliyorsunuz. Maç ne kadar eğlenceli bir havada geçsede Sampras, izlediğimiz çoğu vuruşunda Štěpánek'i ters köşeye yatırdı.Maziyi hatırlatan servisleriyle ve açılı vuruşlarıyla Sampras maçı 6-4 3-6 ve 10-6 'lık ( Son set özel bir tiebreak ile bitti) setlerle 2-1 alarak Avrupa turunda yeni maceralara yelken açtı.


Bu olay magazinsel nasıl yazılır, deneyelim bakalım.
Martina Hingis ile uzun soluklu bir aşk yaşayan ancak bu şirret, uyuz kıza daha fazla dayanamayıp (objektif gazetecilik nasıl yapılır?) nişanı atmak zorunda kalan Radek Štěpánek, yeni gözdesi Vaidisova ile hayata artık daha farklı gözlerle baktığını söyledi maçtan önce. Charles Köprüsü'nde başbaşa vakit geçiremediklerini de sözlerini etkileyen Štěpánek, aşk uykusuna fazla tutulmuş olmalıdır sanırım çünkü 39 yaşındaki Pete Sampras karşısında ayakta duramadı.

Not:Şu aralar blogu biraz boşladığımın farkındayım ancak eski formuma geri döneceğime emin olabilirsiniz.

Video kısa bir süre içinde sizlerle olacak

27 Kasım 2008 Perşembe

Dersler


Erasmus Programı'na başvururken kafalarda oluşan ilk korkulardan biri okulun uzayıp uzamayacağı sorunsalıdır sanırım. Mutlaka bunu göze alıp gitmeniz gerekir ancak elde edeceğiniz tecrübeler için bence kesinlikle değer. Başka ülkelere giden çoğu arkadaşım ders bulamamaktan şikayetçi iken (şikayetçi olmayanlar da var tabiki) Czech Technical University'de işler tam tersi takır takır işliyor. Yazının sonunda Civil Engineering, Electrical Engineering, Mechanical Engineering ve Architecture bölümlerinin ders programlarını bulabilirsiniz.

Civil Engineering
Electrical Engineering
Mechanical Engineering
Architecture

Diğer Bölümler

Faculty of Nuclear Sciences and Physics
Transportation Sciences

24 Kasım 2008 Pazartesi

Öğretmenler Günü


Msn üzerinden webcam ile yaptığımız görüşmelerde ne kadar çaktırmamaya, belli etmemeye çalışsam/çalışsak da özledim sizi. Aslında geçen gün dediğin gibi anne, geçen 2 yılla pek farkı yok bu yılın. 2 yıldır ben İstanbul'da, siz İzmir'deydiniz. Kardeşim için ise hiç bir fark yok aslında, abi zaten uzaktaydı, e bu yılda uzakta.

Bugünlere gelmemde büyük emeği olan öğretmenlerimi teker teker düşünüp onları andıktan sonra benim için 1. sırada bulunan 20 yılı aşkın süredir öğretmenlik mesleğini hakkıyla yapan annemin ve babamın ellerinden öper, öğretmenler gününü kutlarım.

20 Kasım 2008 Perşembe

Kanepe


Biraz konu dışına çıkıp, bedava reklam yapayım. Sanırım toplam 5 kişiden oluşan bir ekiple yeni bir bloga başladık. Çizgiromanlar üzerine. Eğer birazcıkta olsa ilgileniyorsanız yada hiç okumadım deseniz bile bir şeyler öğrenmek istiyorsanız buyrun oturun kanepeye, yayılın, gevşeyin, keyfini çıkarın.

Link: Kane-pee

18 Kasım 2008 Salı

Auschwitz

"Eger Auschwitz varsa Tanrı var olamaz" bu sözler Auschwitz kampında kalan ve kurtulmayı başaran italyan kimyager ve yazar Primo Levi'ye ait. Bir esirin ağzından dökülen bu cümle durumun ne kadar vahim olduğunu o kadar iyi özetliyorki. Yaklaşık 1.5 milyon insanın hayatını kaybettiği topraklarda yürümek, kafanızda onların neler yaşadıklarını canlandırmaya çalışmak o kadar zorki. Ne kadar zorlarsanız zorlayın, hiç bir zaman gerçeğe tam anlamıyla ulaşamıyorsunuz.

Yaklaşık 80000 kişinin öldüğü, giriş kapısında "Arbeit Macht Frei" yazan Auschwitz kamplarının ilkine (Auschwitz 1) adımımızı atıyoruz. Yanılmıyorsam tüm kampların girişinde bu yazı mevcut. Almanca'dan çeviri yapmak gerekirse "Çalışmak özgürleştirir". Yazının durumla tersliği nedense ters yazılan B harfiyle de göze çarpıyor. Buraya yazılabilecek en uygun söz aslında Dante'nin İlahi Komedya'sında Cehennem'in kapısında yazan sözdür. "Buraya kim girerse umudu geride bıraksın".




Barakaların arasında çiseleyen yağmur altında yürümeye çalışıyoruz, bazı barakalar ziyaretçiler için özel sergi yerleri haline getirilmiş durumda. Tek tek en ince detayına girmek istemiyorum aslında çünkü böyle bir vahşeti nasıl anlatabilirsinizki, konuştuğunuz dilin kelimeleri durumu anlatmaya yetersiz kalıyorsa. Nazilerin çektiği fotoğraflar, acımasızlığı gözler önüne seriyor. Barakaları, işkence yerlerini ve kurşuna dizildikleri ölüm duvarlarını geride bırakıp, daha karanlık bir kampa yol alıyoruz.


Auschwitz 2 yada Birkenau adıyla bilinen bu kamp 1 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bir yer. Dümdüz bir arazi üzerinde sayısız barakalar, gaz odaları, krematoryumlar ve daha niceleri. İnsanın içine işleyen rüzgar ve bunun getirdiği dondurucu soğuk. Daha Kasım ayındayız ancak şikayet etmeye hakkımız yok. Üzerimizdeki kalın giysilerle, bu duruma nasıl tepki gösterebilirizki? Mahkumların trenle getirildiği, korku verici bir büyüklüğe sahip bir kamp burası. Trenden bahsetmişken yazmayı unuttuğum bir konudan bahsetmek istiyorum. Gittiğimiz ilk kampta bu trenlerle ilgili sayısal bilgiler vardı. Her tren yaklaşık 1000 kadar esiri getiriyor kampa. En başta herkes sağ sağlim buraya ulaşırken, zaman geçtikçe sayı yarıya iniyor ve en dayanılmaz olan bu sayı 0'ı, 1'i bulabilmekte. Aklınızda canlandırmanız o kadar zorki, 1000 kişiyle yola çıkıyorsunuz, tek bir vagonda uygunsuz şartlarda kendinize ne olacağını düşünmeye çalışıyorsunuz. En temel ihtiyaçlarınız gideremiyorsunuz. Salgın hastalıklar vagondaki canlı sayısını azaltırken, akıl sağlınızı korumaya çalışıyorsunuz. En sonunda cansız bedenler arasında tek başınasınız, ayakta kalmanızı ne sağlayabilirki. Umut.... Trene bindiğiniz anda umudunuz zaten dibe vurmuştu.




Kampa getirilen insanlar önce toplu halde duşa sokulmakta. Bazen buz gibi bazende kaynar suyla. Ardından 12 saati aşabilen bir sürede, şanslılarsa içeride değillerse dışarda çıplak vaziyette bekliyorlar bir sonraki adımı. Saçlar kör jiletlerle traşlanmaya başlıyor. Ardından yeni isimleri olacak numaralar esirlerin kollarına dövme oluyor. Dışarda gruplara ayrılıyor esirler, çalışabilecek durumdakiler ve olmayanlar şeklinde. İkinci grubun çoğunluğunu hastalar,sakatlar, yaşlılar, çocuklar ve kadınlar (özellikle hamile olanlar) oluşturuyor. Onların gideceği yer çoktan belli...Barakalarda kendi aralarında ayrılmış durumda, karantina altındakiler, ölüm cezasına çarptırılanlar şeklinde liste uzayıp gidiyor. Gaz odalarının yıkıntılarının bulunduğu yerdeki resimler o kadar acı verici. Çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu gruplar ölüm için sıra bekliyorlar çünkü gaz odaları bazen o kadar kalabalık oluyorki, ölümü dondurucu soğukta beklemek zorunda kalıyorsunuz. Ölümü beklemek... Buz gibi havada, olayın ciddiyetini kavrayamayan çocuklarınızla ölümü bekliyorsunuz. Korkunuzu gösteremezsiniz, onların gözünde bir kahraman olarak kalmaya devam etmelisiniz. Dünyanın en masum canlılarına öyle bir şey yapmak niye?






Nazi doktorların güya bilim uğruna özellikle hamile, sakatlar, çocuklar üzerinde yaptıkları deneylerin gerçekleştiği laboratuarlardan geriye sadece yıkıntılar kalmış durumda. Aynı şekilde gaz odaları ve krematoryumlarda aynı şekilde sadece temelleri gözükmekte. Bunun tek bir nedeni var. Savaşın sonunda geriye çekilmeye başlayan Naziler, delilleri yok etmek için tek tek herşeyi yıkmaya başlamışlar.


6-7 saatin sonunda Auschwitz kamplarını görmüş durumdayız. Acı verici ancak gerekli bir deneyim oldu bu bizler için. İzlediğiniz filmler, okuduğunuz makaleler, kitaplar burada olanlar anlatmaya yetmez. Buraya gelmek sizi gerçeğe biraz yaklaştırır. İnsanlık tarihinin en büyük lekesi olarak kalacaktır.


Not:
Auschwitz 2 deki yürüyüşümüzü bitirirken tren rayları üzerinden çıkışa doğru ilerlerken önümüzdeki iki genç dikkatimizi çekti. Rayların üzerinde bu yere yakışmayacak pozisyonlarda poz vererek, şen şakrak kahkalar atan bu iki tanımadığım genç, Türk Erasmus öğrencileri çıktı. Belki bazılarınıza göre yaptıklarında yanlış bir şey yok. Ancak bana göre nerede olduklarının bilincinde olmalı insan...

Auschwitz:
http://picasaweb.google.com/hunterofphoenix/Auschwitz#